Hoş Geldin

Toprakta hatıralar da bitermiş oğlum. Babanla güzün alacağımız hasadın umudunu toprağa ekerken sen bir uç uç böceğinin peşine düşer, bazen elma ağacına konan sığırcıkların seslerini taklit etmeye çalışır bazen de koca bir yaprağı taşıyan karıncanın peşinden hayretle giderdin.

İki büklüm belimizi düzeltmek için doğrulduğumuzda seni oynarken görünce bakışlarımız buluşur, kış gecelerinde küle gömeceğimiz patateslerin sıcaklığı yüzümüze vururdu.

Anaç toprak, sakladığı hatıraları çoğaltarak geri veriyor. Baban zihnimden geçenleri biliyormuş gibi boğuk bir sesle, o artık dönmez, deyiverdi. Cevap vermedim. Fidelerin altını çapalamaya devam ettim. Kaşlarımı çattım. Yüzümü düşürdüm. Bilerek üzgün göründüm. Bu işte onun da günahı çok. Yoksa içim umut dolu. Kim bilir can suyu verdiğimiz şu domatesler çiçek açtığında ya da kızardığında geleceksin, biliyorum. Eskiden olduğu gibi salkım söğüdün gölgesinde kıpkırmızı domatesleri ekmeğimize katık edeceğiz.

Başkalarının yanında bir şey demiyorum ama kendi kendime kaldığımda; çalı süpürgesiyle evin önünü süpürürken, koyunları sağarken, kuzuları dışarı çıkarırken içten içe kızıyorum sana. Küslük bu kadar uzatılır mı be oğlum?

Babanın sözü ağırdı, tamam. Oldu bir kere. Peki affetmek? Yaşça büyük olmaya gerek yok ki... Babalar dilsizdir oğlum. Sevmeyi de özür dilemeyi de beceremezler. Böyledir eski adamlar. Sevgiyi tanısam da bilmem hangi kelimelerle söylendiğini. Duymadım hiç.

Biz geliyoruz, diye haber gönderdiğinde “Gelmesinler sakın!” demişti. “El âlemin çocuğu Almanya’dan variyetle döner bizimki ecnebi kızla dönüyor.”

Birden sizi görünce şaşırdı, canı sıkıldı, öfkelendi. Tahmin etmiyordu. Odanın kapısını kilitledi. Karşınıza çıkmadı. Evin ‘hayat’ında ne yapacağını bilemez bir hâlde kalıverdin.

Ummuyordun babandan. Biraz öfkelenir, söylenir ama karşısında bizi gördüğünde inadından vazgeçer demiş olmalıydın. Çocukluğunda ne zaman babanın hoşuna gitmeyen bir şey istesen önce olmaz der, kimde görülmüş der, ama kıyamaz isteğini yerine getirirdi.

Bu sefer olmadı. Onun elinden tutarak ilk adımlarını attığın ‘hayat’ta sıkıntılı bir yüzle dolandın durdun. Kapıya yaklaşıp, aç kapıyı baba, dedin kaç defa. Ne yaptınsa da sesini duyuramadın bir duvar ötesine. Duymadı, dinlemedi, anlamadı.

Şehirler, memleketler aşıp geldiğin yolun paslanmış bir sürgüyle kilitlenen eski bir kapının önünde sonlanmasının kırılmışlığı yüzüne yansıyordu. Nihayet tahta kapının aralığından duyulan o söz, yakıp yıkan bir çöl rüzgârı gibi her şeyi kuruttu. Onca yolun yorgunluğunu bir anda hissetmiş olmalıydın. “Söyle onlara, gitsinler evimden!”

Kırıldın. Rencide oldun. Sevdiğin kadına mahcup oldun. Tahta bir iskemleye tüneyip olan biteni anlayamayan kızcağızın elinden tuttun, kırgın bir sesle, hadi gidelim, dedin. Yıkılmış adımlarla yavaşça evden çıktın. Dibine çöktüğüm duvarın kerpiç kerpiç yıkılmasını elim koynumda seyrettim.

Ben anlıyorum seni. Üstelik babanı da anlıyorum. Burada hepimiz başkaları için yaşarız. El ne der, deriz. Ne ağırdır yükümüz, bir bilsen. Herkes böyle. Baban da öyledir. Öyle yaşadı. Öyle yaşar. Değiştiremeyiz bu ağır esareti.

Hemen gelmese miydiniz acaba? Zamanla öfkesi geçerdi belki. Bir orta yol bulunurdu. Sözümü dinlemedi diye de inatlaşmaya devam etti.

Babalarla oğullar çatışır oğlum. Bu yeni değil ki. Dünya kurulduğundan beri böyledir. İlk kez sizde olmuyor. Zaman, küllendiren kuvvetiyle öfkeyi alacaktır.

Baban, bana göstermemeye çalışarak bir camı çatlamış gözlüğünü takıp senin küçüklük fotoğrafına bakıyor arada. Kitabın arasına koymuş. Bilmezlikten geliyorum. Devam ediyorum işime. Kuzineye odun atıyorum. Üstündeki çaydanlığa su koyuyorum. Kimi zaman da bir iş yaparken dalıp gidiyor birden.

Keşke öyle davranmasaydım, diyemiyor. Bir gün bahçeden geldiğinde Ahmet’in diktiği mürdüm eriğini suladım, diyor. Başka bir gün tavan altında Ahmet’e küçükken yaptığım tahta oyuncağı buldum, diyor. Bir akşam yemekte toyga çorbasını içerken Ahmet bunu çok severdi, diyor. Bir gün durup dururken Ahmet’in ilkokuldan arkadaşları kimlerdi diye soruveriyor. Pişmanlığını senin hatıralarına dokunarak atmaya çalışıyor.

Sen de izini kaybettirdin. Çok söyledim babana, bir adres bul. Mektup yaz, telefon aç. Sustu sadece. Olmaz da demedi tamam da demedi.

Ben razıyım senin razı olduğuna. Yabancıymış diyorlar. Bir ananın kuzusu değil mi? Büyük Allah’ın kulu değil mi? O kabul etmiş, yaratmış biz kimiz? El ne ki? Biliyorum ben, geleceksin. Beraber gelin, olur mu?

İlk zamanlar çeşmeye su almaya gittiğimde, ben yaklaşınca diğer kadınların hemen susmalarından, acemice ve hızlıca başka bir konudan söz açmalarından anlıyordum senden bahsettiklerini. Şimdi bir yere gittiğimde birden anlamsız sessizlikler olmuyor. Sormuyorlar da. Belki beni üzmek istemiyorlar belki de önemi yok artık bu konunun.

Uzun zaman sonra dün harmanda madımak toplarken Bedriye teyzen soruverdi. Bilirsin, dili dikenlidir. Yaraya dokunur. Acıtır.