Zaman ve Anılar; Madalyonun İki Yüzü

Zaman bir durumdur. Ve bir ateş…

ki insan ruhunu mesken tutmuş semender yaşar içinde.

Andrey Tarkovski

Saatleri bir kenara bırakalım. Zamanı gösterdiğine inandırıldığımız o mekanik tıkırtıları; duvarlarımızda, baş ucumuzda, kollarımızda durmadan işleyen o kemirgenleri bir kenara bırakalım. Bir nesnenin içine sığabilecek bir şey midir zaman? Bir şekli var mıdır? Neye benzer? Rengârenk kutuların içine sığdırıldığı zannedilen zamanın rengi var mıdır? Hangi gözlere ilişmiştir? Nedir o herkesin yenilgisi, zaman? Kim dokunabilmiştir onun her şeyi değiştiren, onaran yahut bozan dehşetli ellerine? Yüzümüzü yalayıp geçen nefesi karşısında neden ürperir tüylerimiz? Neden korkarız ondan? Ölümümüzle birlikte bizimle yok olup gidecek olan, dünyayla benliğimiz aramızdaki o bağ… her şey geçip gider mi onun fırtınasının önünde? Zaman, insanoğluyla birlikte akan öncesiz ve sonrasız o büyük ırmak, her şeyi önüne katıp yok mu eder? Yoksa her insanın zihninde başlayıp zihninde yok olup gidecek bir düşünce midir yalnızca? Mümkün mü onu durdurmak? Dondurmak? Ve mühürlemek zamanı? Mümkün mü? Size bunların cevabını veremeyeceğim belki. Size zamanın neye benzediğinden ve onun dehşetli ellerinden bahsedemeyeceğim. İnsan ruhunu mesken tutmuş bir semenderin içinde yaşadığı o ateşi, zamanı anlatamayacağım. Ama onu duyumsamayı öğrenebilmiş derin bir ruhtan, bir zaman yontucusundan bahsedeceğim size; zamanı mühürlemeyi öğrenebilmiş bir bilgeden, Andrey Tarkovski’den.

Zaman geçip giden bir şeydir bize öğretilenlere göre. Ve geçip gitmiş bir şey çevrilmez geri. Geçmiş geri getirilemez. Geçmiş nedir peki? Geçip gitmiş olan şey mi? Gelecek henüz yaşanmamışken, şimdi parmaklarımızın arasından kum gibi akıp giderken ve zaman asıl gerçekliğini durgunlaşmış olan geçmişte buluyorken “geçip gitmiş” diyebilir miyiz geçmişe? Geçen her an asıl kıymetini geçmişte biriken anılarda kazanıyorken, zamana yok olup giden bir şey gözüyle bakabilir miyiz? Geçmiş uçucu değildir olduğu yerde durur, der Proust. Zaman, geçen ama giden bir şey değildir öyleyse. Geçmiş, şimdinin ve geleceğin biriktiği yerse şayet, hiçbir şeyi kaybetmemişiz demektir. Betimleyemeyiz belki, tarif edemeyiz zamanı. Ama geçmişten, bedenimize bıraktığı izlerden ve ruhlarımıza vurduğu mühürden tanıyabiliriz onu. Ellerimizin üzerinde gittikçe kabaran mavi damarlar. Bir gün ansızın fark ettiğimiz, diğerlerinin arasına karışmış o ağarmış saç teli. Gözlerimizin akında her gün biraz daha çatallanarak ilerleyen incecik kırmızılık. Bakışlarımıza oturan bulanıklık. Gözlerimizin kıyılarında gittikçe derinleşen çizgiler. Yüzümüzde, bedenimizde ve zihnimizdeki değişimin ve dönüşümün kımıldanışı. Ruhlarımıza yerleşen deneyimler ve ruhlarımızı birer kabuk gibi üst üste saran anılar. Yaşanmışlığa dair iz bırakan o kıymetli pas, yani ki zamanın mührü… Bunu Zamanın Mührü kitabında bir gazetecinin anılarından alıntıladığı bir kesitle “Burada her şeyin özünün zamanla kendiliğinden ortaya çıkacağına inanılıyor; bu yüzden de Japonlar ayrı ayrı her yaşın izlerini tam bir büyülenmişlikle, hayranlıkla karşılıyorlar. Yaşlı bir ağacın koyulaşmış rengi, bir taşın yosun bağlaması hatta üzerine dokunan pek çok elin izlerini taşıyan bir resimdeki yıpranmışlık onlara müthiş çekici geliyor. Uzak zamanların bu izlerini Japonlar ‘pas’ anlamına gelen ‘saba’ sözcüğüyle karşılıyorlar. Saba: hakiki pas… geçmiş zamanların güzelliği, zamanın mührü.”1 diyerek anlatır Tarkovski. Bir şekli yoktur zamanın, biz onu yalnızca izlerinden tanırız. Bu, onun hem hayatının hem de filmlerinin arkasındaki felsefedir.

Anı manevi bir kavramdır ve zamanın ruhlarımızdaki mührüdür. Zaman olmadığında, canlı bir anın donduğu o küçük parça olan anı da artık yoktur. İnsana hem büyük bir sevinç hem de acı verici bir bağış olan, insanı hem sevincin hem hüznün saldırısına açık, acı çekmeye yetenekli hâle getiren anılardan yoksun kalan biri, zamandan dışlanmış ve dış dünyayla bağ kurabilme yeteneğini yitirmiştir bu yüzden. O, artık hayalî bir varoluşun tutsağıdır, çıldırmaya mahkûmdur. Zaman ve anı, kapıları birbirine ardına kadar açık, aynı madalyonun iki yüzüdür Tarkovski’ye göre.2 Bu yüzden zamanın içinde sarmalanmış ve kozaya girmiş insanı, üzerine yığılmış zamanın kabuklarını parçalayıp silkinmekten ve anılarına ulaşmaktan hiçbir şey alıkoyamaz, koymamalıdır.3