O Ses Sen Değilsin!

emİn gürdamur

Diyelim ki ne yazacağımızı bulduk; olayı, kahramanı zihnimizde tasarladık. Yazar olarak niyetimizi ne ölçüde açık edeceğimizi ne ölçüde saklayacağımızı kurguladık. Değineceğimiz meseleleri, kullanacağımız mekânları, kanatlandıracağımız imgeleri seçtik. Bir öykünün iç dinamiğini yani merkezini teşkil edecek sorun yumağını bulduk. Hadi şansımız yaver gitti ve yazma hevesimiz, ağzına kadar dolu mürekkep hokkası gibi kendine akacak yer arıyor. Görünüşe göre her şeyimiz hazır. Geriye, sayfalara doğru atımızı mahmuzlamak kalıyor. Acaba hâlâ bir şeyi unutmuş olabilir miyiz? En önemli şeyi: Bu öyküyü kim anlatacak?

Öyküyü kimin anlatacağı meselesi, yukarıdaki hazırlıkların hiçbirinden daha az önemli değildir. Bunu okuduğumuz kimi acemi metinlerdeki şizofren anlatıcılardan öğreniriz. Aksaklıklar en iyi öğretmenlerdir ama bu aksaklıkları başkalarında gördüğümüz müddetçe onlardan istifade ederiz. Kendi metinlerimizde tutarsız anlatıcı dil sergilersek eserimizi telafisi imkânsız bir kamburla yaşamak zorunda bırakırız.

Öykü yazarken daha ilk kelimeden itibaren karar vermemiz gereken en temel mesele anlatıcı sestir. Bu sesin bizim gündelik dilimize, düşüncelerimize mesafesi, ortaya koyacağı yaşamsal tecrübenin boyutu, duyarlılığının niteliği anlatının omurgasını teşkil edecek; bu omurga kendi istiap haddi doğrultusunda meseleleri kucaklayabilecektir. Kurmacayı diğer türlerden ayıran, onun kurmaca olduğu gerçeğidir. Söz gelimi şairler böyle bir mesafeye ihtiyaç duymazlar, onlar kendi yüreklerini ortaya koyarlar. Hatasıyla sevabıyla şiirdeki ses şairin kendisine aittir. Denemeci de metninde bizzat konuşan kişidir. Ama kurmacada yazar, “anlatıcı bir bilinç” bulmak durumundadır. Bu bilincin kimi zaman bizzat yazarın kendisi olması sorun değildir. Ama sürekli kendisini konuşturan öykücü, kurmacadan uzaklaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Her öyküsünde aynı duyarlılığa, aynı biçimsel tavra, aynı cümle yapısına sımsıkı bağlı kalan yazar, hangi anlatıcı zamiri seçerse seçsin, metinle kendisi arasındaki mesafeyi umursamıyor demektir. Bu tutum yazarı, sürekli anı/hatıra yazan ve yazdıklarının bir türlü öykü olarak nitelendirilmemesine içerlenenlerin ümitsiz beklentilerine sürükler. Modern kurmaca, yazarın kendi dışına adım atmasıyla başlar. Bu, onun otobiyografisinden beslenmeyeceği, öykü boyunca göğsünde gezdirdiği kalple alışveriş yapmayacağı anlamına gelmez. Aksine yazar biyografisinden de parçalar kullanır ama o parçaları yabancılaşma süzgecinden geçirmesi gerektiğini bilir. Yabancılaşma, hayatımızdan devşirdiğimiz tecrübeleri öyküsünü yazdığımız kahramanın hayatına yeni bir tasarımla iliştirmek, yeni bir kaderle baş başa bırakmak gibi bir dizi ince işçiliği gerektirir.

Anlatıcı sesin seçimi, metnin bütününe dair bir dizi belirlemeleri de ihtiva eder. Yazar öykü boyunca o sınırların, belirlemelerin içinde kalmakla mükelleftir. Anlatıcı sesle ortaya konulan zekâ, algı, duyuş düzeyi öykünün sendelemeden yürüyüşünü sağlayacaktır. Aksi hâlde zeki okur huzursuz olur. Unutmamak gerekir ki okur, tedirgin bir avdır. Kurulan düzeneğin farkına varmamalıdır. Onun kurmaca evrenine dâhil olabilmesi, okuduğu metinden keyif alabilmesi, yazarın bu kurala ne kadar riayet ettiğiyle alakalıdır. Okur, gönüllü bir avdır. Lakin onun gönüllü olması, yazara baştan savma bir av düzeneği kurma hakkı vermez. Gabriel Marquez, “Bir tavşanı tuzağa düşürmek, okuru tuzağa düşürmekten daha kolaydır.” der.1 Okurun kendimizden daha derin bir duyuş, daha estetik bir zevk sahibi olabileceği fikrini aklımızdan çıkarmamalıyız.