Sonra, dışarıdaki o uçsuz bucaksız sessizliğin içinde pencerelerin kapanması ve yanması lambaların. Biçimsiz gölgelerin canlanması duvarlarda. Yağmurun çatıları dövmesi. Ürpertiyle gelen o belirsiz duygu. Kalbi titreten o tedirginlik. Bütün veda mendillerinin o anda sallanışı kalpte. Ve sevilen her şeyin er ya da geç gelip yaralaması ruhu. Göğüs kafesinde kalbin hıçkırıklarla on binlerce kez parçalanışı. Adı konulamayan; hangi kıyıya, hangi gemiye, hangi rıhtıma, hangi yurda duyulduğu belirsiz özlem. Dipsiz bir kuyu olan ruhun neyle, nasıl dolacağının bilinemeyişini bir kez daha acıyla hissetmek. Yatağında akan bir nehir gibi, içinde akıp gittiğini hissetmek hayatın. Hiçbir şey düşünmeden, uyumadan ve içine karışmadan kıyısına oturup bir seyirci gibi izlemek o nehri. Bir aynaya bakar gibi baş başa kalmak kendi ruhunla. Ve üşümesi ruhun; yalnızlık… Kim ki hissederse ruhunun bir kez üşüdüğünü, bunu hayatı boyunca bir daha hiç unutamaz. Çocukluğunda bir kez üşümüş ve hayatı boyunca bir daha hiç ısınamamış bir ruhtan bahsedeceğim size. Hiçbir sevginin evlat edinmediği, hiçbir dostluğun oyunlarına almadığı; ruhu karanlık bir burgaç, ruhu boşluğun etrafındaki uçsuz bucaksız baş dönmesi, ruhu bir okyanusun hiçliğin içindeki bir deliğe doğru sonsuz emilişi, ruhu yüzüstü bırakılmış zavallı bir çocuktan; Fernando Pessoa’dan.
Kırk yedi yıllık hayatı boyunca, büyük annesi gibi delirmekten korkan, beyninin aşırı uyarılışıyla zaman zaman krizler geçiren, alay edilen, gülünen, hayatı boyunca tutkuyla seveceği annesi tarafından bile çok zeki ama bir o kadar da anormal görülen, olağan dışı biri olmayı arzuladığı için bilinçli olarak anormal davranmakla suçlanan ve ailesi tarafından bile anlaşılamayan bu çocuk, Pessoa, ruhunun en derinlerine kadar mühürlenmiş bir yalnızdır. İçini dökecek kimsesi olmadığını düşünen, kaygılarını arkadaşlarının bilmesinden bile kaçınan, zaten gerçekten hiçbir zaman yakın arkadaşı olmadığını düşünen bu utangaç ve yalnız ruhlu çocuğun gözünde, onun yakın dosttan anladığı şeylerin kıyısına bile yaklaşabilen kimse yoktur bu dünyada. Denizin ortasında kalakalmış bir kazazede gibi tek başınadır o. Yeryüzünde onunkinden daha sevgi dolu, iyilik ve merhametle, aşk ve sevecenlikle yüklü bir ruh yoktur ona göre ama yine de hiçbir ruh onunki kadar yalnız değildir. Ama bu yalnızlık dışsal nedenlerden kaynaklı değil tamamen içsel nedenlere bağlıdır. Tam da bu yüzden henüz ufacık yaşlarında edebiyatın efsunlu ve heyecan verici oyun bahçesine çelimsiz bacakları, üşümüş ruhu ama bir dehanınki gibi işleyen ışıltılı düş gücüyle koşarak girer Pessoa ve kendine orada tek kişilik bir hayat kurar. Yıllar sonra yazdığı bir şiirden anlaşılır ki bu adam, kırk yedi yaşında öldüğü ana değin o bahçeden hiç çıkmamış ama kendini edebiyatın maskesinin altına gizleyerek yaşamayı öğrenmiş hâlâ ruhu yaralı o küçük çocuktur: “Maskeyi çıkarıp da aynaya baktım / yıllarca önceki çocukla aynı çocuktum / hiç değişmemiştim… / Maskeyi çıkarmayı bilmenin olumlu yanı bu. / Sen hâlâ o çocuksundur.”1
Yarının ne getireceğini bilmiyorum... Bu, Lizbon’da bir hastane odasında henüz ölmeden önce bir kâğıt parçasına yazdığı son cümlelerden biridir Pessoa’nın. Gecenin sonsuz karanlığı içinde bir nehir gibi akan hayata karışmadan onun kıyısında oturmayı tercih eden, daima hayatın seyircisi olmayı isteyen, yaşama bilmece çözen birinin ilgisiyle bakan bu adamı, ölmeden önce kendisinin yazdığı bu cümlelerden daha iyi anlatacak hiçbir cümle yoktur belki de. “Esrar, kimsenin yaşamına benimki kadar derinden, hatta deyim yerindeyse bu kadar teklifsizce nüfuz etmemiştir. Dünyanın gizemi yalnızca düşüncemi değil bütün duyarlılığımı da işgal ediyor.”2 diyen Pessoa için henüz çocukken okuduğu kitaplarda bile kendini belli eden gizeme, esrarengiz ve müphem olana duyduğu güçlü ilgi, onun hayata daimî bakışı aynı zamanda da ışıltılı dehasının ürünüdür. Esrara ve mistiğe olan eğilimi haricinde hayattaki bütün heveslere ve ideallere karşı pasif ve ilgisiz olan, zihni kuşku ve tereddütlerle dolu, ruhu belirsizliğin içinde salınan bu adamın gözünde dünya sıfırdır; ama esrar dolu bir sıfır. Her şey esrardır, meçhuldür ve tam da bu yüzden dünya ve her şey anlam yüklüdür. Çünkü bu, yaşamın gizemine, ciddiyetine ve var olmanın esrarengiz önemine dair içerisinde metafizik fikir barındıran derin bir kavrayıştır. Onun esrara ve düşe duyduğu tutku, bu dünyanın tamamen dışında olan bir şeyi, bir özü hakikat olarak tahayyül etmesini sağlar. İşte o öz, birin içindeki çokluk, sıradan olandaki benzersizlik, basitliğin içindeki sonsuzluktur.
Onun hayatı, yazarlığı ve şairliği, ruhunun sürekli olarak bu “öz”ü araması, kavramaya çalışması ve kavrayabildiği kadarıyla da şaşkın insanların o hakikati, yani “yaşamın korkunç önemine dair bilinci” anlayabilmesini sağlamak üzerine kuruludur. Bu bilinç her an görülen şeyler karşısında bile gözlerin kamaşması, heyecanlanmak, bir çocuğun doğarken duyduğu o büyük şaşkınlığı bilmek, şeylerdeki güzelliğe tutkuyla hayran olmak, ufacık ayrıntının içinde dahi yeryüzünün asla ölmeyen şiirini görebilmek ve her an, dünyanın o sonrasız yeniliğine doğduğunu duyumsamak yani tam manasıyla yaşamaktır. Ve yaşamak bir başkası olmaktır; akşamdan sabaha kara tahtada ne varsa silmek, her an dirilen bir heyecanla her şafakta yenilenmiş olarak kalkmak…3 Her insan gibi tek bir bedene ve tek bir ruha sahip olan Pessoa insanın sınırlılığını dehasının ve düş gücünün sınırsızlığıyla kırar ve dünyanın o sonrasız yeniliğine doğmanın heyecanını bir başkası olarak yeniden yeniden yüzlerce kez tadar. Bunu da öldüğünde ardında bıraktığı tahta sandığı açıldığında ortaya çıkan, hayatlarıyla ve kişilikleriyle birlikte tasarladığı kahramanları, heteronimleri ya da alt kişilikleri aracılığıyla yapar.
Portekizce “kimse” anlamına gelen; Latince ise persona, yani “maske” ya da “oyun kişisi” ile eş anlamlı olan Pessoa adı bir anlamda onun kaderidir.4 Henüz ufacık çocukken değişik kimlikte kahramanlar tasarlamaya başlayan ve ömrü boyunca bunu çoğaltarak devam ettiren Pessoa için, her biri sanki birer oyun kişisi belki de düş gücüyle yüzüne taktığı ve sürekli değiştirdiği maskeler olan bu kahramanlar onun “maske” anlamına gelen adıyla birlikte düşünüldüğünde hayatında ve edebiyatında oldukça anlamlı bir yere oturur. Hayatı boyunca ruhunda ürpertici bir kalabalıkla yaşayan ve “Ne kim olduğumu biliyorum ne de hangi ruhun benimki olduğunu. (…) Kendimi çoğul hissediyorum. … sayısız ve fantastik aynalarla süslü bir oda gibiyim. (…) İçimde yabancı yaşamlar yaşıyormuş gibi hissediyorum kendimi; ama eksik olarak. Sanki varlığım bütün insanların varlığına katılıyormuş ama her birinde eksik olarak bulunuyormuş gibi eksik.”5 diyen Pessoa’nın bildiği ilk heteronimi, alt kişiliği ya da kahramanı ise yalnızlığının ve anlaşılamamanın verdiği hisle henüz altı yaşlarında düşlerinde var ettiği Adım Şövalyesi adında biridir ve bu yaralı ruhlu çocuk kendine onun tarafından gönderilmiş mektuplar yazar. O büyüdükçe büyüyen yalnızlığının içinde düşsel kahramanların sayısı da artar ve Pessoa giderek yaşamlarını ve yollarını kendisinin kurduğu bu kahramanların, aslında var olmayan bir dost çevresinin dünyasına gömülür: “Ben, kendimi tanıdığım dönemden beri gerçek dışı bazı kişileri, onlara siluet, hareket, karakter ve tarih vererek zihnimde yaratmış olduğumu hep hatırlıyorum. (…) Böyle yaptım ve dünyaya, asla var olmamış ama yaklaşık otuz yıl sonra bugün bile seslerini işitebileceğim, görüp hissedebileceğim dost ve tanışlar sundum... Tekrar ediyorum: Ben onları işitebiliyor, görebiliyor ve hissedebiliyorum… Ve onları çok özlüyorum.”6 Kadınlar, farklı dillerde yazanlar, yarım kalmış karakterler… Öldüğünde ardında bıraktığı tahta sandığından çıkan 27 bin sayfalık farklı türdeki eserlerinin büyük bir kısmının altında, yaşam öyküsüyle, kişilikle hatta edebî bir duruşla donattığı bu düşsel şair ve yazarlarının, heteronimlerinin, kökteşlerinin imzası vardır. Sayısı bugün bile kesinleşmeyen bu hayalî dostlardan, kurgusal yazarlardan dördü ise gelecek kuşaklara kalır: Mühendis Alvaro de Campos; bir doktor olan Ricardo Reis; yolu hiç okuldan geçmemiş bir köylü olan, Pessoa’nın ortaya çıkışını “İçimde ustam doğdu.” diye anlattığı ve Pessoa dâhil bütün bu şairlerin ustası olan Alberto Caeiro; Caeiro ustanın yardımcısı olan ve Pessoa’nın, “Benimkinden farklı değil, belki bir nebze sakatlanmış hâli.” diye anlattığı ve Huzursuzluğun Kitabı’nın yazarı Bernardo Soares.
Kendi içimde birçok kişilik yarattım, durup dinlenmeden kişilikler yarattım, diyen Pessoa için hepsi farklı birer insan olan ve onun derin yalnızlığını paylaşmak için gelen bu düşsel dostlar, hayalî kahramanlar, maskeler ya da oyuncular, adına ne dersek diyelim, sonrasında onun, hayatın tutkusuna başka bir insanın ruhuyla dâhil olma hissine imkân sağlayan aracılara dönüşmüş gibidir. Kendini sürekli yeni kimliklerle çoğaltan bu adam, yaşamın korkunç önemine dair bilinci, yaşamın metafizik anlamını burada bulur. Şimdiki anın kaygısı onu derinlemesine sarıp sarmaladığında başka hayatları, başka ruhları ve başka duyumları yaşama yönündeki şiddetli arzunun ruhunu istila ettiğini hisseder. Farklı insanların ruhuyla bir kez daha duyumsamak yaşamı, bir çobanın doğaya bakışıyla ve gözleriyle, bir denizcinin ruhuyla ve kulaklarıyla daima yeni bir insan olarak hayata bir kez daha katılmak... Pessoa’nın hayat boyunca tahta sandığında biriktirdiği kahramanlarının hayatlarıyla yapmak istediği şey de tam olarak budur: “Bunların her birine derin bir yaşam anlayışı kattım; her seferinde farklı ama var olma olgusunun esrarengiz önemine daima ciddi bir dikkat yönelten bir anlayış bu.”7 Çünkü o yalnızca yeni bir maske taktıkça, kılık değiştirdikçe kendi var oluşunu hisseder: “Kılık değiştirdikçe tanık olurum kendime; hayatta olduğumu da böylelikle anlarım.”8
Belki de yeryüzünde bir daha hiç kimse, kendisine bu hayalî şair ve yazarların var olmadığını ima edenlere Hamlet’in mi yoksa Shakespeare’in mi daha gerçek olduğunu soran, düşlerinde var ettiği dostlarına ruhunu canlı bir sahne kılan Fernando Pessoa kadar çok ve yeniden dünyaya gelmeyecektir. Ona bundan geriye kalan şeyse bir sanatçı olarak onu bu dünyaya bağlayan giysiyi üzerinden çıkarıp attığında, ilerlemeye ve insanlığın iyiliğine hizmet edebilecek bir eseri geride bırakma düşüncesidir: “Kendimi böyle dönüştürerek, en kötü durumda, çok yüksek hayalleri olan bir deliye, en iyi varsayımda ise yalnızca bir yazara değil dahası bütün bir edebiyata kendimi dönüştürerek, kendi kendime eğlenmeme katkıda bulunurum (benim gözümde bu zaten yeterlidir!) ama aynı zamanda belki de evreni genişletmeye katkıda bulunuyor olabilirim, çünkü kâğıda geçirilmiş güzel bir dizeyi ölmeye bırakmak, gökyüzünü ve yeryüzünü daha zengin kılmak, yıldızların ve insanların var olma nedenini daha heyecan verici ve daha esrarengiz kılmaktır.”9
1 Fernando Pessoa, Gizemli Bir Maske, Çev. Cevat Çapan, Kolektif Kitap, İstanbul: 2018, s. 13.
2 Fernando Pessoa, Pessoa Pessoa’yı Anlatıyor, Çev. Işık Ergüden, Sel Yay., İstanbul : 2019, s. 26.
3 Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı, Çev. Saadet Özen, Can Yay., İstanbul: 2013, s. 143.
4 Fernando Pessoa, Uzaklıklar, Eski Denizler, Çev. Cevat Çapan, Can Yay., İstanbul: 2023, s. 15.
5 Fernando Pessoa, Pessoa Pessoa’yı Anlatıyor, Çev. Işık Ergüden, Sel Yay., İstanbul : 2019, s. 68-69.
6 Fernando Pessoa, a.g.e., s. 166.
7 Fernando Pessoa, a.g.e., s. 159.
8 Fernando Pessoa, Başıboş Bir Yolculuktan Notlar, Çev. Işık Ergüden, Sel Yay., İstanbul: 2021, s. 60.
9 Fernando Pessoa, Pessoa Pessoa’yı Anlatıyor, Çev. Işık Ergüden, Sel Yay., İstanbul : 2019, s. 189.