Kendinin Gölgesi Yahut Gizemli Bir Maske

SÜMEYYE ÖZGEN

Ben,

sayısız piyes oynayan sayısız aktörün

geçip gittiği canlı sahneyim.

Fernando Pessoa

Sonra, dışarıdaki o uçsuz bucaksız sessizliğin içinde pencerelerin kapanması ve yanması lambaların. Biçimsiz gölgelerin canlanması duvarlarda. Yağmurun çatıları dövmesi. Ürpertiyle gelen o belirsiz duygu. Kalbi titreten o tedirginlik. Bütün veda mendillerinin o anda sallanışı kalpte. Ve sevilen her şeyin er ya da geç gelip yaralaması ruhu. Göğüs kafesinde kalbin hıçkırıklarla on binlerce kez parçalanışı. Adı konulamayan; hangi kıyıya, hangi gemiye, hangi rıhtıma, hangi yurda duyulduğu belirsiz özlem. Dipsiz bir kuyu olan ruhun neyle, nasıl dolacağının bilinemeyişini bir kez daha acıyla hissetmek. Yatağında akan bir nehir gibi, içinde akıp gittiğini hissetmek hayatın. Hiçbir şey düşünmeden, uyumadan ve içine karışmadan kıyısına oturup bir seyirci gibi izlemek o nehri. Bir aynaya bakar gibi baş başa kalmak kendi ruhunla. Ve üşümesi ruhun; yalnızlık… Kim ki hissederse ruhunun bir kez üşüdüğünü, bunu hayatı boyunca bir daha hiç unutamaz. Çocukluğunda bir kez üşümüş ve hayatı boyunca bir daha hiç ısınamamış bir ruhtan bahsedeceğim size. Hiçbir sevginin evlat edinmediği, hiçbir dostluğun oyunlarına almadığı; ruhu karanlık bir burgaç, ruhu boşluğun etrafındaki uçsuz bucaksız baş dönmesi, ruhu bir okyanusun hiçliğin içindeki bir deliğe doğru sonsuz emilişi, ruhu yüzüstü bırakılmış zavallı bir çocuktan; Fernando Pessoa’dan.

Kırk yedi yıllık hayatı boyunca, büyük annesi gibi delirmekten korkan, beyninin aşırı uyarılışıyla zaman zaman krizler geçiren, alay edilen, gülünen, hayatı boyunca tutkuyla seveceği annesi tarafından bile çok zeki ama bir o kadar da anormal görülen, olağan dışı biri olmayı arzuladığı için bilinçli olarak anormal davranmakla suçlanan ve ailesi tarafından bile anlaşılamayan bu çocuk, Pessoa, ruhunun en derinlerine kadar mühürlenmiş bir yalnızdır. İçini dökecek kimsesi olmadığını düşünen, kaygılarını arkadaşlarının bilmesinden bile kaçınan, zaten gerçekten hiçbir zaman yakın arkadaşı olmadığını düşünen bu utangaç ve yalnız ruhlu çocuğun gözünde, onun yakın dosttan anladığı şeylerin kıyısına bile yaklaşabilen kimse yoktur bu dünyada. Denizin ortasında kalakalmış bir kazazede gibi tek başınadır o. Yeryüzünde onunkinden daha sevgi dolu, iyilik ve merhametle, aşk ve sevecenlikle yüklü bir ruh yoktur ona göre ama yine de hiçbir ruh onunki kadar yalnız değildir. Ama bu yalnızlık dışsal nedenlerden kaynaklı değil tamamen içsel nedenlere bağlıdır. Tam da bu yüzden henüz ufacık yaşlarında edebiyatın efsunlu ve heyecan verici oyun bahçesine çelimsiz bacakları, üşümüş ruhu ama bir dehanınki gibi işleyen ışıltılı düş gücüyle koşarak girer Pessoa ve kendine orada tek kişilik bir hayat kurar. Yıllar sonra yazdığı bir şiirden anlaşılır ki bu adam, kırk yedi yaşında öldüğü ana değin o bahçeden hiç çıkmamış ama kendini edebiyatın maskesinin altına gizleyerek yaşamayı öğrenmiş hâlâ ruhu yaralı o küçük çocuktur: “Maskeyi çıkarıp da aynaya baktım / yıllarca önceki çocukla aynı çocuktum / hiç değişmemiştim… / Maskeyi çıkarmayı bilmenin olumlu yanı bu. / Sen hâlâ o çocuksundur.”1

Yarının ne getireceğini bilmiyorum... Bu, Lizbon’da bir hastane odasında henüz ölmeden önce bir kâğıt parçasına yazdığı son cümlelerden biridir Pessoa’nın. Gecenin sonsuz karanlığı içinde bir nehir gibi akan hayata karışmadan onun kıyısında oturmayı tercih eden, daima hayatın seyircisi olmayı isteyen, yaşama bilmece çözen birinin ilgisiyle bakan bu adamı, ölmeden önce kendisinin yazdığı bu cümlelerden daha iyi anlatacak hiçbir cümle yoktur belki de. “Esrar, kimsenin yaşamına benimki kadar derinden, hatta deyim yerindeyse bu kadar teklifsizce nüfuz etmemiştir. Dünyanın gizemi yalnızca düşüncemi değil bütün duyarlılığımı da işgal ediyor.”2 diyen Pessoa için henüz çocukken okuduğu kitaplarda bile kendini belli eden gizeme, esrarengiz ve müphem olana duyduğu güçlü ilgi, onun hayata daimî bakışı aynı zamanda da ışıltılı dehasının ürünüdür. Esrara ve mistiğe olan eğilimi haricinde hayattaki bütün heveslere ve ideallere karşı pasif ve ilgisiz olan, zihni kuşku ve tereddütlerle dolu, ruhu belirsizliğin içinde salınan bu adamın gözünde dünya sıfırdır; ama esrar dolu bir sıfır. Her şey esrardır, meçhuldür ve tam da bu yüzden dünya ve her şey anlam yüklüdür. Çünkü bu, yaşamın gizemine, ciddiyetine ve var olmanın esrarengiz önemine dair içerisinde metafizik fikir barındıran derin bir kavrayıştır. Onun esrara ve düşe duyduğu tutku, bu dünyanın tamamen dışında olan bir şeyi, bir özü hakikat olarak tahayyül etmesini sağlar. İşte o öz, birin içindeki çokluk, sıradan olandaki benzersizlik, basitliğin içindeki sonsuzluktur.