Büyüdükçe çoğalan hiçliğin tam ortasında aranan zamanın anlamı kazanılmak, hissedilmek ve görülmek adına çırpınıyor etrafımızda. Bu fütursuz dansa eşlik edebilmek için sadece korkuyor olmamız bizi eşsiz bir partner hâline getiriyor üstelik. Sahi nedir bizi korkutan zamandan yana? Elimizdeki siluetin aşınarak silinmesi mi? Alıştığımızı sandığımız şeylerin öylece yitimi mi? Zamanın akışkanlığı nerede durmamız gerektiğini sorgulatırken, elimize tutuşturulmuş o emanetin bizi savuruşunu bizden başka kimse bilmiyor. Bu yüzden sıkı sıkıya tutunup kaybettiklerimizin de kazandıklarımızın da anlamı yalnız bize.
Bir başıma oturuyordum elimde defalarca kez okuduğum kitapla. Bir süre sonra dışarıdaki çocukların sesinden rahatsız olduğumu fark ederek yerimden kalkma ihtiyacı hissettim. Pencereden baktığımda çığlık çığlığa bir kız çocuğunu oradan oraya koşuştururken gördüm. Görseniz, şeker pembe bir etek, cıvıl cıvıl tokalar. Tek derdi annesi yemeğe çağırmadan arkadaşlarıyla doyasıya vakit geçirmek. Bakınca o kadar utandım ki rahatsızlık duyduğum için. Bıraktım kitabımı, geçtim balkona, kafamdaki binbir türlü derdi o an unutuverdim. Annemin pencereden seslenip yemeğe çağırdığı günlere gittim. Tek derdimin biraz daha oyun oynamak oluşunu, şu an yolda görsem belki tanımayacağım arkadaşlarımı düşündüm. Onlar koşturdukça ve ben düşünmeye devam ettikçe içimdeki çocuğun coşkusu arttı, kırmak istemedim onu. Küçükken paylaşmak istemediğim bebeğim için çıkardığım kavga geldi aklıma, gülümsedim. Bakmayın, bana da çok kızan olmuştur.
Aşağı indim heyecanla, kaldırıma oturup aralarına nasıl karışacağımı hesap ederken sesinden rahatsız olduğum kız yanıma sokuldu. Neşe dolu gözlerine bakmak içimdeki çocuğun ruhuna dokundu. O bunun farkında olmadan “Ne kadar güzel saçların var, bak ben de tokalarımı yeni aldım. Arkadaşların yok mu, neden burada tek başına oturuyorsun?” dedi ve annesinin seslenişiyle vaktinin dolduğunu anlayıp dudaklarını büzerek yanımdan ayrıldı. Oyunu yarım kaldı, arkadaşları da dağıldı.
Benim o an artık bana seslenen bir annem yoktu. Hevesle indiğim bir sokak yerine, kendime yakıştırdığım ıssızlığım vardı. Ne büyüdüğüm mahalledeydim ne de aynı kaldırımda. Ayaklarıma baktığımda kırmızı ruganlarımın olmadığını görünce idrak ettim nerede durduğumu. Resmen, hevesle geçmişe sürüklenirken buldum kendimi. Küçücük çocuğun hevesine ortak olmak için indiğim merdivenlerin o merdivenler olmadığını anladım. An ile geçmiş arasında fark etmeden kurduğum köprünün altından akan suların ne sesi ne kokusu vardı artık. Biçimsiz, silik ama anılabilir derecede hatırımdaydı her şey. İçimdeki çocuğun ellerini tutup oyuna kaldıran arkadaşı bırak, yolda tanıdığım hâlde görmemezlikten geldiğim insanlar vardı. Ben kendi evinde ne yediğiyle pek de derdi olmayan kocaman bir insan olduğumu o an fark ettim. Daha dün gibi gelen ama epey bir zamanın geçmiş olduğu hayat diliminin ufacık parçasıyım artık. Ne diyordu Ahmet Hamdi Tanpınar: “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında; yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışında.” Çok haklıydı. Kökü bende olan bir sarmaşıkla bir dünya geziyordum anın içinde. Doğmak, büyümek, ölümün keskin varlığı ve hepsinin arasında upuzun bir süreç sandığımız incecik ama sık dokunmuş bir ip… Geçiriyoruz zamanı, geçiveriyoruz arasından her şeyin birer birer. Bazen sindirerek bazen hazmedemeden.
*“Sonra ansızın o hatıra karşımda beliriverdi. Bu tat, Combray’da pazar sabahları Leonie halamın günaydın demeye odasına gittiğimde, çayına ya da ıhlamuruna batırıp bana verdiği bir parça madlenin tadıydı.”
Bu köşe, Marcel Proust’un Geçmiş Zamanın Peşinde adlı eserinden ilhamla hazırlanmıştır.