İlk bakışta bu sorunun cevabı gayet açık ve bir o kadar da olumlu görülebilir. “Evet, inanmak için bilgiye ihtiyaç vardır, bilgi olmadan inanç olmaz.” denebilir. Bilgiye konu olan ya da bilginin öncelediği bir inancın daha sağlıklı ve güçlü (tahkiki) olacağı da vurgulanabilir. Ancak biraz düşünülürse bu kararın ortaya çıkardığı bazı sorulardan kaçmanın hiç de kolay olmadığı anlaşılır. Şöyle ki inanç denilen olgu, doğrudan din ve İslam ile irtibatlı alınırsa tevhit ilkesine yerleşik uluhiyet, nübüvvet ve ahiret şeklinde özetlenebilecek konularla ilintilidir. Bir mümin, inancının zeminini oluşturan bu ilkelere dair şimdiye kadar hiç şüphe duymamış ve ileride de şüphe duymayacak olabilir. Zaten iman ya da itikat, şek ve şüpheden uzak, nefsin teskin olduğu bir bilinç hâli değil midir? Lakin bu esasların bilgiyle ilişkisi gözden geçirilirse farklı bir durum ortaya çıkar. Mesela bunlardan uluhiyeti alalım, Allah’ın varlığı ve birliği nasıl ve hangi yöntemle bilinir? O’nun zatı, insan idrakine konu olmadığı ve dahası, O’nun özü ve hakikati; deney, tecrübe ve duyu verisiyle kavranamayacağı için “Allah’ı bildim.” cümlesinin anlamı nasıl tespit edilir? Böyle bir cümle kurduğumda neyi bilmiş ya da bu bilgi sayesinde neleri bilme imkânına kavuşmuş olmaktayım?
Elbette ayet ve hadisler Allah’ın isim, sıfat ve fiilleri hakkında bilgi vermekte ve buradan hareketle O’nun hakikati, insan ve evrenle ilişkisi hakkında malumat elde edilmektedir. Bu kavramların göründüğü âlemi tefekkür ederek de O’nun hakkında bilgi sahibi olunabilir. İnsan ve haricî dünya Hakk’ın delillerinin görünür olduğu bir alana karşılık gelmektedir. Bu sebeple ulema, farklı yollarla da olsa Allah’ın bilgisine ulaşmanın (marifetullah) insan için mümkün olduğunda ittifak etmiştir. Aksi hâlde inancın temel unsuru olan bir varlık bilinemez kalacak ve bu da mahcup ateistlerin (agnostikler) iddialarına kapı aralamak anlamına gelecektir. Her hâlükârda O’na dair bilinenler ilahi niteliklerdir, bunların ötesindeki Zat ise idrak terazisinin çekemeyeceği bir ağırlık olarak kalacaktır. O’nun zatı bilinemez, bilinen sadece olumsuzlama ya da izafet yoluyla elde edilen isim ve sıfatlardır. Bu düzenli âlemin, canlı, bilgili ve güçlü bir yaratıcıya olan ihtiyacı aşikârdır. Bu sebeple Fahreddin er-Razi, Gazali ve Maturidi’nin de dâhil olduğu âlimler, ilahi bilginin, duyunun ilettikleriyle sınırlı olduğunu belirtirler. Gazali’nin Allah’ı bilmenin eksik yolu diye işaret ettiği bu yöntem, isim ve sıfatları akılda tutmaktır; böylece benzetme yoluyla O’nun hakkında bilgi sahibi olunabilir. Bu yönde tam bilgi ise tüm sıfatlarını kazanıp O’nun gibi bir ilah olmak demek olacağından imkânsızdır. Bu açıdan O’nu gerçekte kimse bilemez, bildiğini iddia eden arifler de acziyet mertebesinin ötesine geçemez.
Başlıktaki soruya dönersek: “Evet inanmak için bilmeye ihtiyaç vardır hatta bu şarttır da!” Bilgi, inancın akli zeminini ve kanıtını sağlar ancak inanç tümüyle bilgiden ibaret değildir; belki o, bilginin sona erdiği ya da anlamını yitirdiği yerde başlar. O, inanılan şeylerin üzerinden cehalet perdesini kaldırır ve bu, nefsi tatmin eden bir farkındalığa dönüşür. Ayrıca imanda tasdik edilen husus, duyularla değil de haber yoluyla gelen bilgidir ve bunun doğruluğu haberi getirene (resûle) duyulan itimada da bağlıdır. Ancak bilginin türlü ve katmanlı bir kavrayış olduğunu da unutmamak gerekir. Konusu değiştikçe bu şuur da değişir, seviyelere göre sığlaşır ya da derinleşir. Elma, kedi, taş vb. doğal varlıkları bilmek ile melek, cin ve ruh gibi soyut varlıkları bilmek arasında farklar olacağı gibi halktan biri ile bir âlim ya da arifin bilgisi de değişir. Ayrıca bilginin ilim, marifet, teyakkun, teakkul vb. türevleri de vardır; mesela tikel varlıklar ilim, tümel varlıklar ise irfan ile bilinir. Ayrıntılar bir yana, Allah, ahiret, melek ve vahiy gibi inanca da konu olan kavramları bilmek, zihnin olumlama ve olumsuzlama arasındaki hareketiyle mümkündür. İşin başında, duyulur âlemden elde edilen ibareler bu mefhumları zihne yaklaştıran işaretlerdir. Zihin bu manaları kavrar, isimlendirme ve olumsuzlama işini yakınlaştırır ve böylece benzetme (teşbih) ve soyutlama (tenzih) arasında bir denge kurarak bilgiye ulaşır. Bu sebeple “Allah’ı bildim.” diyenin sözü de “Allah’ı bilemedim.” diyenin sözü de bir açıdan doğrudur.