“…serçenin ölmesinde bile bir bildiği vardır kaderin. Şimdi olacak bir şey yarına kalmaz, yarına kalacaksa bugün olmaz. Bütün mesele hazır olmakta. Madem hiçbir insan bırakıp gideceği şeyin gerçekten sahibi olmamış, erken bırakmış ne çıkar.”
William Shakespeare
Kadir Daniş’e göre insanlar ikiye ayrılır; acıyı yakından tanıyanlar ve diğerleri! Yeryüzü Blues kitabında şöyle bir cümle geçer: “Acı kor hâlindeki som altındır, onu avuçta hazla tutabilmek, mangal kadar bir yürek ve senelerdir işletile işletile gıcır gıcır olmuş çelik gibi bir irade ve zarif, rafine bir ruh ister.” İşte Kadir Daniş, o zarif ruhları yazar; güneş kavurduğunda bir damla suyla serinleyebilen, lodos vurduğunda küçücük bedenine bir parça bez yeten, ah etse de yaşamaya, hayata tutunmaya devam eden, umudunu kaybetmeyen zarif, rafine ruhlar onlar; körleşmemiş, benliğinin ve maddi dünyanın tutsağı olmamış ince ruhlar…
Kadir Bey, romanlarınızın ve öykülerinizin ardından yayımladığınız ilk şiir kitabınız Göğe Yükselecek mi Diye Bakakaldığım Akik raflardaki yerini aldı. “Develeri onlara ver, boyalı camları, sandalyeleri / ben hırkanı isterim” gibi dokunaklı satırlarla Peygamberimiz, Efendimiz Hazreti Muhammet’e sesleniyorsunuz. Naatlarınızın okuru bol olsun, yerini bulsun, kalplerde filizlensin dileklerimle başlamak istiyorum. Öncelikle bu kıymetli eserin hikâyesini dinleyelim sizden.
İyi dilekleriniz için teşekkür ederim. İnsanlar, bu kitap çıkınca çok güzel tepkiler verdiler. Ama inşallah Allah ve Resûlü (s.a.s.) beni daha çok sevindirecek tepkiler vermişlerdir. Eserin arkasında bir aşk hikâyesi var diye umuyorum. Kitabın ilk şiiri olan “Naat Filadelfiya”yı askerde, zor bir anımda yazmıştım. Dizeler bir anda içimden akıp geldi. Uzunca bir süre meselenin sadece o şiirle kalacağını sandım. Ama sonra, yüksek duygular hissettiğim bazı anlarda yeni naatlar geldiğini fark ettim.
“Klasik Türk edebiyatındaki mesneviler hakkında yapılabilecek en iyi tanımlardan biri ‘Osmanlının romanları’ olmalarıdır.” diyorsunuz. Kadir Bey, günümüz romanlarından epey farklı olmalarına rağmen mesnevileri bu şekilde tanımlamanızın nedenlerini sorabilir miyim?
Pek çok kişi mesnevilerimizin teknik olarak da romanlara benzediğini düşünür. Hatta bazen “Onlarda roman yokken, bizde vardı.” gibi sözlerle mesnevilerle romanların bir nevi özdeş tutulduğuna şahit oluyoruz. Ben böyle düşünmüyorum; mesneviler her şeyden önce şiirdir. Biçimce de romanla arasında dağlar kadar fark vardır. Ben mesnevilerden “Osmanlının romanları” diye bahsederken aslında “Mesneviler Osmanlının romanları mesabesindedir.” demek istiyorum. Bugün romanla karşıladığımız hikâye anlatma/yazma ve dinleme/okuma ihtiyacımızı eskiden mesneviler karşılardı. Yani mesneviler, klasik geleneğimizde içerik ve fonksiyon açısından roman mesabesindedir.
Çoğu muharrimize göre hikâye, roman yazmak için atılan ilk adımdır, daha çetrefilli ve hacimli bir konuya geçmeden evvel yapılan küçük denemelerdir. Ahmet Hamdi, Kemal Tahir, Tarık Buğra gibi büyük yazarlarımız da bu sıralamaya uymuştur. Fakat sizde durum farklı işliyor gibi. Henüz yirmi yaşında dört başı mamur, hem fantastik hem polisiye hem de tarihî diyebileceğimiz bir romanla başlıyorsunuz işe. Bunun, bizim bilmediğimiz bir öncesi var mı?
Tabii. Aslında ben de öyküden romana geçtim. İlk romanımdan önce hiç yayımlanmamış bir sürü öyküm var. Romancılar doğallığında, çoğunlukla bir hacim meselesi olarak işe öyküyle başlıyorlar. Bu bende de böyle oldu. Ama romancı olduktan sonra öyküye dönüşüm hacim meselesinden bağımsızdı; aksine öyküye, öykünün ne olduğunu bilerek döndüm. Öykülerim kısa romanlar olmasın istiyordum. Roman sanatından ayrı bir sanat olarak gördüğüm öykü sanatının dinamikleriyle çalışmak istiyordum. Bunu büyük duvar resimleriyle pirinç üstüne yapılan nakışları düşünerek anlayabiliriz. İkisi de resim sanatı ama bambaşka işler.
Haldun Taner, bir söyleşisinde “yazar olmadan önce insan olmayı ve insan olmadan iyi yazar olunamayacağını” vurgular. Belki de Yanlış Bir Leyla adlı kitabınızdaki “Mutlu Yaratık” isimli bir öykünüz tam da bu konuya denk düşüyor. Orada “cilalı cümlelerin üstündeki nakışlı perdeleri sıyırıp” iyi yazan ama iyi insan olamayan bir edebiyat çevresine ışık tutuyorsunuz. Bu konuda Haldun Taner’e katılıyor musunuz? Yoksa yazıyı, yazarından ayrı mı değerlendirirsiniz?
Haldun Taner’e katılmıyorum, dahası onun bu sözünde samimi olduğuna da inanmıyorum. Belki de gençleri iyiye, güzele, doğruya sevk etmek istedi. Yoksa edebiyat tarihinin ahlaksız, kötücül, karakter yoksunu, şerir yazarlarla dolu olduğunu elbette biliyordur. Sırrı faş etmek istememiş. Ben yazıyla yazarını ayırıyorum. Nasıl iyi insanlar, kötü yazarlar olabiliyorsa kötü insanlar da iyi yazar olabilirler.
Yazarlık ve “hayret” arasındaki bağdan konuşalım istiyorum biraz. Kitaplarınızda sık sık kalbinde alışkanlığın nasırını taşıyanlara değiniyor mesela her gün doğan güneşe şaşmayan gafil, aymaz dostlarınıza şaşıyorsunuz. Kadir Bey, yazmak, hayretle mi başlıyor aslında?
Bana öyle geliyor en azından. İnsan şaşırmıyorsa ne yazabilir, tam bilemiyorum. İçinde yaşadığımız dünyayı mimetik bir evrene taşıyacaksak, bana içinde yaşadığımız dünyaya önce yeni bir gözle bakmalıymışız gibi geliyor. Edebiyatın en eski numarası da budur bence; alıştığımız, her günkü addettiğimiz yahut daha önce hiç düşünmediğimiz şeyleri okurun gündemine koymak; onu haberdar etmek, şaşırtmak yahut ona yeni bir bakış sunmak.
“Bir sanatçının hiçbir zaman uzak kalamadığı çocukluğu, bitmeyen bir kaynak gibidir.” diyor Mustafa Ruhi Şirin. Yeryüzü Blues’u okurken insanın kalbindeki ince bir teli titreten o dokunaklı romanın, kurgunun çok ötesinde olduğu izlenimine kapıldım. Acaba Mustafa Ruhi Şirin’in dediği gibi gerçek bir kaynaktan mı akıyor o cümleler? Çocukluğunuz konusunda beni ve okuyucularımızı aydınlatır mısınız lütfen? (Umarım yeni bir Gorki’yle karşılaşmıyoruzdur. :) )
Mustafa Ruhi Şirin’in dediğine Freud’a atfedilen bir sözle ilavede bulunayım: “İnsan çocukluğunda mahpustur.” Diğer yandan sizi ve okuyucuları da sevindireyim: Hayır, benim çocukluğum çok güzeldi. Tabii ki herkes gibi ben de sorunlar, aksilikler yaşadım; tatlının yanında acı da oldu. Ama genel olarak çok şükür sevgi, mutluluk, rahat ve desteklenme içinde büyüdüm. Fakat bir şeyin zıddını, o şeye bakarak çıkarabiliriz ya; o yüzden ben de, çok şükür, sevgiyi ve mutluluğu çok iyi tanıdığım için sevgisizliği ve mutsuzluğu da -naçizane- iyi anlayabiliyorum. Ayrıca tabii bir yazar olarak ister istemez gözlemciyim; bakıyorum dünyaya, dinliyorum onu; kendimi başkalarının yerine koyuyorum. Bu sayede ondaki mutsuzluğu, sevgisizliği, kötülüğü de görebiliyorum. Sonra da kendimce o sevgisizliği, mutsuzluğu, kötülüğü göstererek insanları sevgiye, mutluluğa, iyiliğe çağırıyorum.
Bir kitapta denk gelmiştim, “… aslında romancı kendi hikâyesini bir başkasının hikâyesi gibi anlatmayı öğrenmelidir önce.” diyordu. Sizce de öyle mi?
Söyleyen doğru söylemiş. Ben de arttırayım: Romancı zaten kendi hikâyesinden başka bir hikâye anlatamaz. Başkasının hikâyesini anlatırken bile kendisini o kişinin yerine koyarak anlatır. Bir romandaki her karakter, -hem de bazen tam olarak yazarının yokluğuyla, yazarından hiçbir iz taşımaması ve ondan tamamen arıtılmış olmasıyla- aslında yazarının bir parçası, onun şahsiyetinin bir veçhesidir.
“Hikâyem henüz bitmedi, iniltim daha dinmedi.” şeklinde bir cümleniz var. Âdeta bütün kitaplarınız, karakterleriniz inliyor, her şey ah ediyor. Acaba, yazmaktan kastınız küçük harfli insanların, çocukların, yaşlıların ya da engellilerin iniltilerini duyurmak olabilir mi, desem neler söylersiniz?
Doğru ama eksik dediniz derim. Sesi olmayanların sesi olmayacaksak niye yazıyoruz? Ben hayatı, insanları, toplumu, gerçekliği anlatmak istiyorum; binlerce yıldır sorageldiğimiz soruları sormak istiyorum; becerebilirsem cevaplar bulmak istiyorum. İniltileri duyurmak bunun yalnızca bir parçası. Hatta esasen araçsal: Amaç iniltilere dikkat çekmek, mümkünse dindirmek.
Kadir Bey, öykü ve romanlarınızın yanında pek çok çeviri eserinizin de var. Çevirmenler, genellikle çevirinin yazma enerjisini düşürdüğünü söyler. Peki, sizde bu durum nasıl oluyor?
Çeviri yapmanın, bilhassa da kurmaca çevirmenin beni çok beslediğine inanıyorum. Aslında yazarların çevirmen olması ilk bakışta olumsuz görünür. “Ya yazma enerjimi çeviriyle tüketirsem?” korkusu söz konusu olur. Mümkündür de bu. Ama niyeyse bende öyle olmuyor; aksine -dediğim gibi- çeviri besliyor beni. Evvela pek çok büyük yazarın bahsettiği “günlük yazma alıştırması” dozumu fazla fazla almış oluyorum. Kendi kurmacalarımı yazmadığım zamanlar bile yazıyla hemhâl oluyorum yani. Bu uğraşı senelere yaydığınızda kaleminize müthiş bir çeviklik katıyor. Sonra, insan bir başka dilde formüle edilmiş bir düşünceyi kendi diline aktarmaya çalıştıkça, bunu tekrar ve tekrar her gün yaptıkça kendi dilini de daha iyi öğreniyor. Çeperleri esnek bir şeyi sürekli çekiştirdiğinizi, daha da esnetip büyütmeye çalıştığınızı düşünün. Kendi sınırlarınızı zorluyorsunuz. Normalde ömrübillah ifade etme ihtiyacı duymayacağınız bir şeyleri ifade etmeniz gerekiyor. Bu da kendi dilinize olan hâkimiyetinizi, ifade gücünüzü çok geliştiriyor. Son olarak, kurmaca çevirmenin faydasından söz edeyim: Rivayet o ki Dostoyevski, yazar olmak isteyen bir gençken Balzac’ın romanlarını karşısına alır, motamot bir deftere aktarırmış. Kendi zihnine, beynine, Balzac gibi yazmayı öğretiyor burada aslında. Balzac’ın romanını defterine tamamen aktardığında bir nevi o romanı kendisi de yazmış oluyor. Çeviride bu durum daha da vurgulu: Karşınızdaki kurmaca metni yeni bir deftere (benim durumumda yeni bir Word dosyasına) aktarmakla kalmıyorsunuz, bunu bir başka dilde yapıyorsunuz. Kaynak dildeki metni erek dilde yeni baştan, bu defa siz yazıyorsunuz. (Zaten bu açıdan her çeviri bir “yeniden yaratım” aslında.) Dolayısıyla bir nevi o romanı, o öyküyü siz (de) yazmış oluyorsunuz. Bunun da insanın yazı kabiliyetini uçuracak, mucizevi bir temrin olduğu açıktır sanıyorum.
Son olarak, yeni çalışmalarınızı merak ediyoruz. Tezgâhta yeni bir şeyler var mı diye sorsam neler söylersiniz?
Ne zaman bir kitabı yazmayı bitirsem, kendi kendime uzunca bir süre dinlenmeye söz veriyorum. Ama tutamıyorum o sözü. Yazmadığımda mutsuz, huzursuz oluyorum çünkü. Dolayısıyla, evet, çok şükür, benim tezgâhta hep yeni bir şeyler oluyor. Yeni romanım inşallah mart-nisan dolaylarında yayımlanacak. Adı Birkaç Ölüm Sonra. Ondan sonraki kitabım için de hazırlıklara, yapmam gereken okumalara başladım. Ama bakalım ayine-i devran ne gösterecek.