“…ve Akıl Ermez Bir Büyünün Gücüyle Çiçek Çiçek Açar Yüreğin.”

Gecenin bitiminde

açtı sabahın kırmızı çiçeği.

Güzel bir düş için

Güzel acılar çekildi.

Wolfgang Borchert

Hayat ölümü kendi bedeninden doğurdu. Ölüm, en çok sevdiği çocuğu hayatın. Birbirini öldüresiye bir bağla, hayatın içinde ölüm ölümün içinde hayat yaşar. Ve biz; birbirinden doğan, birbirini doğuran, eksilen ve çoğalan yüzler… Biz; birbirine karışan, birbirinden ayrılan, birbirini ören ve birbirini çözen sesler… Biz; sonsuz değişken yüzle ve sesle dolup boşalan, dolup boşalan ve yine dolan bu dünyaya canlı girip ölü çıkan biz, her birimiz, doğduğumuz andan itibaren birer müstakbel ölü taşırız içimizde. Henüz boşalmamış göz çukurlarımızda, deriden sıyrılmamış kafataslarımızda, beynimizde, kalbimizde, ciğerlerimizde, omurgamızda, kanımızda… Bütün ölümleri içimizde taşırız biz. Besleyip büyütürüz ve her gittiğimiz yere götürürüz içimizdeki ölümü. Buna rağmen dünyanın en cesur en yürekli canlılarıyızdır biz. Çünkü biz, hayatı boyunca ölümü içinde taşıyanlar, buna rağmen planlar yaparız geleceğe dair, yaşayacağımız sonsuz bir zaman varmış gibi. Bize sabahın tüm aydınlığı vadedilmiş gibi korkusuzca dalarız akşamın içine.

Ve gülümseriz ve severiz vedalar hazır bekliyor olsa da içimizde. Evlerimizde otururuz, uyuruz geceleri, göğe bakarız ve yüzeriz göğün altında; arabalara, uçaklara, trenlere bineriz, yürürüz yol boylarınca. Ve biz, ölümü içlerinde taşıyanlar, yaşarız biz, küçük bir avuntunun verdiği mutlulukla bile aklımızdan çıkararak ve kapının dışında bırakarak içimizde taşıdığımız ölümü. Bunu yapmaktan gocunmayız hiç. Çünkü biliriz, kızıl bir gül gibi açıverdiğinde yaşam çiçeği onun hemen yanı başında belirir mavi ölüm çiçeği. Çünkü acı ve tatlıdır yaşam ve ölümü de kucaklamalıyız yaşam gibi. İçindeki ölüme rağmen cesurca, yüreklice doya doya yudumlamalıyız hayatı. Çünkü yaşam zarafet, ölümse lütuf çiçeğidir; tıpkı Wolfgang Borchert’in dediği gibi.1

Bir kasım ayının pazartesi günü. Kısacık kesilmiş saçların altında aydınlık bir alın. Zayıfça yüzün ortasında gittikçe incelmiş bir burun. Nihayet huzura kavuşmuş gibi kapanmış gözler ve çenenin üzerine bir çizgi gibi çekilen mütebessim dudaklar. Etrafında yıldızçiçekleri, ayak ucunda pas kırmızısı, kalbinin üstünde soluk pembe, tabutun siyah örtüsünün üzerinde sarı tomurcuk güller. Yüzü sıla özleminden yapılmış, beyaz giysileriyle beyazlar içinde yatan genç bir adam; genç bir yaşam, genç bir ölüm ve genç bir çığlık: Wolfgang Borchert. Raylarda iniltiyle dönen teker seslerinin, lokomotiflerden göğe savrulan koyu gri dumanların arasında, bitmek bilmez vedalarla ve coşkulu varışlarla insanın hep yolda oluşunu hatırlatan, bu yüzden de daima sevdiği tren yolculuklarının sonuncusunu buraya yapmıştır Borchert. Çok sevdiği annesinin ellerini bırakmak zorunda bırakıldığı için yalnız çıktığı bu yolculuğun hüznüne ve hastalığının verdiği bitkinliğe rağmen son bir kez doğrulup pencereden onu yolcu edenlere el salladığı; dostlarına, doğup büyüdüğü, cephelerde savaşmak için koparıldığı ve şimdi gönülsüzce geride bıraktığı yurduna son kez selam vererek dönmemek üzere çıktığı yolculuğunun son durağında, ölümün kollarındadır artık. Kendi içinde yaşamı da ölümü de aynı coşkuyla kucaklayabilen bu genç adama o gün dışarıdan bakanların fark ettiği tek şey mutlaka, onun ölümünün de yaşamının da yakıcı bir çığlık oluşudur.