Hayat ölümü kendi bedeninden doğurdu. Ölüm, en çok sevdiği çocuğu hayatın. Birbirini öldüresiye bir bağla, hayatın içinde ölüm ölümün içinde hayat yaşar. Ve biz; birbirinden doğan, birbirini doğuran, eksilen ve çoğalan yüzler… Biz; birbirine karışan, birbirinden ayrılan, birbirini ören ve birbirini çözen sesler… Biz; sonsuz değişken yüzle ve sesle dolup boşalan, dolup boşalan ve yine dolan bu dünyaya canlı girip ölü çıkan biz, her birimiz, doğduğumuz andan itibaren birer müstakbel ölü taşırız içimizde. Henüz boşalmamış göz çukurlarımızda, deriden sıyrılmamış kafataslarımızda, beynimizde, kalbimizde, ciğerlerimizde, omurgamızda, kanımızda… Bütün ölümleri içimizde taşırız biz. Besleyip büyütürüz ve her gittiğimiz yere götürürüz içimizdeki ölümü. Buna rağmen dünyanın en cesur en yürekli canlılarıyızdır biz. Çünkü biz, hayatı boyunca ölümü içinde taşıyanlar, buna rağmen planlar yaparız geleceğe dair, yaşayacağımız sonsuz bir zaman varmış gibi. Bize sabahın tüm aydınlığı vadedilmiş gibi korkusuzca dalarız akşamın içine.
Ve gülümseriz ve severiz vedalar hazır bekliyor olsa da içimizde. Evlerimizde otururuz, uyuruz geceleri, göğe bakarız ve yüzeriz göğün altında; arabalara, uçaklara, trenlere bineriz, yürürüz yol boylarınca. Ve biz, ölümü içlerinde taşıyanlar, yaşarız biz, küçük bir avuntunun verdiği mutlulukla bile aklımızdan çıkararak ve kapının dışında bırakarak içimizde taşıdığımız ölümü. Bunu yapmaktan gocunmayız hiç. Çünkü biliriz, kızıl bir gül gibi açıverdiğinde yaşam çiçeği onun hemen yanı başında belirir mavi ölüm çiçeği. Çünkü acı ve tatlıdır yaşam ve ölümü de kucaklamalıyız yaşam gibi. İçindeki ölüme rağmen cesurca, yüreklice doya doya yudumlamalıyız hayatı. Çünkü yaşam zarafet, ölümse lütuf çiçeğidir; tıpkı Wolfgang Borchert’in dediği gibi.1
Bir kasım ayının pazartesi günü. Kısacık kesilmiş saçların altında aydınlık bir alın. Zayıfça yüzün ortasında gittikçe incelmiş bir burun. Nihayet huzura kavuşmuş gibi kapanmış gözler ve çenenin üzerine bir çizgi gibi çekilen mütebessim dudaklar. Etrafında yıldızçiçekleri, ayak ucunda pas kırmızısı, kalbinin üstünde soluk pembe, tabutun siyah örtüsünün üzerinde sarı tomurcuk güller. Yüzü sıla özleminden yapılmış, beyaz giysileriyle beyazlar içinde yatan genç bir adam; genç bir yaşam, genç bir ölüm ve genç bir çığlık: Wolfgang Borchert. Raylarda iniltiyle dönen teker seslerinin, lokomotiflerden göğe savrulan koyu gri dumanların arasında, bitmek bilmez vedalarla ve coşkulu varışlarla insanın hep yolda oluşunu hatırlatan, bu yüzden de daima sevdiği tren yolculuklarının sonuncusunu buraya yapmıştır Borchert. Çok sevdiği annesinin ellerini bırakmak zorunda bırakıldığı için yalnız çıktığı bu yolculuğun hüznüne ve hastalığının verdiği bitkinliğe rağmen son bir kez doğrulup pencereden onu yolcu edenlere el salladığı; dostlarına, doğup büyüdüğü, cephelerde savaşmak için koparıldığı ve şimdi gönülsüzce geride bıraktığı yurduna son kez selam vererek dönmemek üzere çıktığı yolculuğunun son durağında, ölümün kollarındadır artık. Kendi içinde yaşamı da ölümü de aynı coşkuyla kucaklayabilen bu genç adama o gün dışarıdan bakanların fark ettiği tek şey mutlaka, onun ölümünün de yaşamının da yakıcı bir çığlık oluşudur.
Savaş başladığında on sekiz bittiğinde ise yirmi dört yaşında olan Borchert hayatının en güzel yıllarını kurban eder savaşa. O, okul sıralarından çekip alınarak kanlı savaş meydanlarına atılmış, henüz oyun çağında toplarla, tüfeklerle, kanla tanışmak zorunda bırakılmış, gözden çıkarılmış, düş kırıklığına uğratılmış, yaşından önce büyümek ve hayatının geri kalanını hoyratlığa aşina kılınmış bir kalple yaşamak zorunda bırakılmış yeryüzünün bütün bahtsız çocuklarından ve gençlerinden yalnızca biridir. O, bağlanma nedir, yurt nedir, dönüş nedir, kollanıp gözetilme nedir bilmeyen, dünya kadar ölüyü cılız omuzlarımızda taşımak zorunda bırakılmış, sonrasında herhangi bir üzüntü duyamayacak kadar çok acı çekmiş ama ağlamayı asla öğrenememiş yeryüzünün savaş kurbanı bütün çocuklarından ve gençlerinden yalnızca biridir. Kendisiyle birlikte cepheye yollanan yüz binlerce insanın kanının akıp gidişine tanık oluşuyla, bir daha pençesinden hiç kurtulamayacağı korkunç difteri ateşleriyle, idam tehdidi altında bir hücrenin ezici ve bunaltıcı yalnızlığında altı hafta boyunca kapalı tutuluşuyla ve bir kez daha hastalığına ve güçsüzlüğüne rağmen yeniden cephenin en uç kesimine, Rus cephesine yollanışıyla bitiverir onun çocukluğu. Savaş ve zindan hayatının, sonrasında ise açlık yıllarının mahvettiği bir beden ve gencecik bir kalp için hoyrat, örseleyici, cehennemi aratmayan günler ve geceler... Miğferler paslanır, dağılır ordular, uçsuz bucaksız bembeyaz karın üstüne bir leke gibi yüzükoyun kıvrılır bir insan, soğuk karın içinde sıcacık kan bir gelincik gibi açar usul usul. Yalnızca ölüler ordusu ayaktadır karanlık ormanlar gibi ve güneş, yurtsuz ölülerin korkunç suskun çığlığı üzerine doğar. Kazanılsa da kaybedilse de bir savaş, yenilmiştir insan. Borchert için artık bir çığlıkla bağırılması gereken hakikat gülebilecekken, ekmek yiyebilecekken, anne diyebilecekken bir ağzın, lavantayı koklayabilecekken bir burnun kanla doluşu, bir kenti ya da bir çiçeği görebilecekken gözlerin oyuklarının bir daha hiç açılmamak üzere karlarla kapanıyor oluşudur. Tek hakikat, o korkunç “Niçin?” sorusuna bir cevap bulamadan ölenler için rüzgârın bir daha hiç esmeyecek, yağmurun yağmayacak, ekmeğin pişmeyecek, çiçeklerin açmayacak oluşudur.
Yaşam çiçeğinin sıcacık kırmızı rengi ile onun hemen yanında beliriveren ölüm çiçeğinin soğuk mavi rengi arasında yaşadığı bu yıllarda sağlığını, geleceğe dair umutlarını ve diğer bütün renkleri kaybeder Borchert. Bütün anlamları yitirir, “Yok olmanın ve ölümün kıyısında hayatın hiçbir dirilişe çıkmadığının, manasızca hiçliğe battığının rüyasını gördüm ben. Nerede dünyanın anlamı diye sordum bunu hep. Yok mu hiçbir mana? Şüpheyle ve baygın baygın gezindim zaman zaman; ama savaş vardı hep. (…) Hayat nerede? diye sordu solgun dudaklar. Anlam ve sevgi nerede? diye sordu başıboş, şaşkın ruhlar. (…) Ah, etrafta o kadar çok yakınma, o kadar çok soru vardır ki! Yalnızlığın, yok oluşun ve çöküşün hiçbir çığlığı yok...”2 Hayatı, hatta Tanrı’yı sorgular. Bizim neslimizin bildiği tek derinlik içindeki uçurumdur, dediği uçurumun kıyısındadır artık Borchert. İşte tam o uçurumun kıyısındayken gördüğü bir rüyada, kırmızı yaşam çiçeği ile mavi ölüm çiçeğinin arasında üçüncü bir renk daha belirir hayatında. Dünyanın karışıklığından hırpalanmamış, narin, parlak bir çiçek açıverir önünde. Savaş meydanında, uçurumun kenarında her şeyin anlamını, inancını, kurtuluşu ve teselliyi bu çiçekte bulur yeniden. Bu üçüncü renk, onu dünyaya tanıtan minik çiçeğinin, karahindibasının sarı rengidir ve diz çöker önünde: “Dizlerim çiçeğin önünde eğildi, tüm iğrençlikler battı ve sonsuz bir güzellik açtı önümde. Ölüm, büsbütün diriliş ve hafiflemeydi; acı, gülücüklerle doluydu, mutluluğun sonu yoktu. Ah sendeki O’nun sonsuzluğu, tanrı çiçeği. Sende buldum manayı ve kaybolan hayatı. …ben onda mutlak kudreti ve aşkı buldum, kaybettiğim hayattaki evi buldum. Artık bir şey sormuyorum Tanrı’ya; çünkü onu çiçekte buldum. Evet, sabah çoktan solmuş olacak olan ama (…) binlerce kere yeniden çiçek açacak olan çiçekte buldum onu. Artık hâlâ şüphelenip yakınabilir miyim? Çiçek açtı, yaşadı ve öldü.”3
Savaşın en karanlık zamanlarında, hastalığının en acı verici anlarında bile Borchert’in içindeki güçlü yaşama isteğini artıran, hayata daima derin bir saygı duymasını, ölüme de yaşam gibi kucak açabilmesini, insan onuruna yaraşır bir yaşam umudunu daima içinde yaşatabilmesini sağlayan şey, rüyasında açan o çiçeğin sarı rengidir. Kötüde iyiyi, en koyu karanlıklarda lambayı gören iyimserdir o artık. Sevgi açlığına rağmen yaşam umuduyla, ekmek açlığına rağmen paylaşmanın umuduyla dolup taşmanın, içimizdeki uçurumların fırtınasının ve uğultusunun derinliklerinde yaşamı duyumsamanın, ateşin tam ortasında durup o canavarı severek mutlu olmaya çalışmanın, rüzgârın tam ortasında durup fırtınanın içinden geçmesine izin vermenin ve mutlu olmaya çalışmanın, yağmurun tam ortasında durup damlacıkların bereketine inanmanın, kendini suyun sesine bırakarak mutlu olmaya çalışmanın... Savaşın ve yalanların bütün karanlığına rağmen her gece güneşi beklemenin, kasım ayının ortasında marta, kar fırtınası ortasında kızgın güneşe inanmanın, yani ki yaşama hem de ölümün ortasında yaşama inanmanın, yaşamı kucaklar gibi ölümü de kucaklamanın rengidir sarı. Her şey anlamını yitirdiğinde, sorularımız boşlukta yok olup gittiğinde yine kendi içimizde bulduğumuz, ölümü taşıdığımız gibi ta başından beri içimizde taşıdığımızı fark ettiğimiz o “cevap”tır. Bu yüzden, sağlığını kaybederek döndüğü savaş cehenneminden sonra yazmaya adadığı iki yıl boyunca yıkım ve umut, ölüm ve yaşam, umutsuzluk ve inanç, yani kırmızı, mavi ve sarı arasında yeşerip filizlenir Borchert’in bütün yapıtları.
Çiçekten içine dolan ışıkla, yüreğini yeniden dolduran anlamla bütün yükleri, mahkûmiyetini, yalnızlığını, sevgiye susamışlığını, yirmi iki yaşının çaresizliğini, yaşadığı zamanı, geleceği hatta dünyayı sıyırıp atar üzerinden ve öylesine özgürleşir Borchert. Ve rüyasının geri kalanını “Karahindiba” öyküsünde şöyle tamamlar: “Mutlu elleriyle bütün gece tenekeden aşina su kupasına sarılıp bırakmıyor ve uykusunda üzerine nasıl toprak yığdıklarını duyumsuyor. Esmer, canım toprağa alıştığını, derken çiçeğe dönüştüğünü ve bedeninden çiçekler fışkırdığını algılıyor: Gelincikler, hasekiküpeleri ve karahindibalar; minicik ve gösterişsiz güneşler.”4
1 Wolfgang Borchert, Fener, Gece ve Yıldızlar ve Ölümünden Sonra Yayımlananlar, Çev. Behçet Necatigil-Ayşe Sarısayın, Can Yay., İstanbul: 2020, s. 47.
2 Wolfgang Borchert, Bütün Nesirleri: Öyküler, Denemeler, Kaybolmuş Yazılar, Çev. Burak Ş. Çelik, Hece Yay. İstanbul: 2018, s. 375.
3 Wolfgang Borchert, A.g.e., s. 376-377.
4 Wolfgang Borchert, Ama Fareler Uyurlar Geceleyin, Çev. Kâmuran Şipal, Yapı Kredi Yay., İstanbul: 2020, s. 28.