Hâkim Mi Olalım Mahkûm Mu?

Öfke, kızgınlık ya da asabilik… Yazdığım kelimelerin zihinde oluşturduğu imgeler pek olumlu olmayabilir. Hele de yaşadığımız bu yüzyıl gözümüze ilişen manşetler, kaydırarak okuduğumuz postlar öfke gibi tehlikeli bir duygunun geri alınamaz enkazlarıyla doluyken. Öfke, bazen plansız ve aniden oluşur etkisi sarsıcı, sonucu yıkıcıdır bazen de sinsice yerleşir ruha. Perçinlenerek artar da insanı perişan eder. Hâlbuki Gazali, bireyin öfke duygusu sayesinde ruhsal ve bedensel dengeyi nasıl sağladığını şöyle anlatır: Öfke, maksada erişilemediği anda kalpte meydana gelen bir hararet olup kalp atışlarını hızlandırır. Kanın yüze ve beyne hücum etmesine neden olur. Böylece meydana gelen kuvvet, gelecek tehlikeyi önlemeye çalışır. Bu tanımdan da anlaşıldığı üzere insanın fıtratına yerleştirilen hiçbir duygu yok ki onun yararına olacak bir sonuç doğurmasın ama unutmamak da gerekir şirazesi bozuk her duygu insanın başına beladır.

Engellenmek, reddedilmek, hiçe sayılmak ve görmezden gelinmek içimizi öyle bir telaşa verir ki hiddetten gözümüz kararmakla kalmaz aklımız da gider, yumruklar sıkılır. Tabiri caizse sinirinden kendi kendini yer insan. Tamamen yok edilmesi mi gerek bu her şeyi yangın yerine çeviren öfkenin? Ya da bu çetin ve atik hissi inkâr etmekten ziyade kabullenip kime ve neye karşı olduğunu düşünmek, nedenleriyle yüzleşip derecesini ölçmek, onu uysallaştırıp kontrol altına almak daha akıllıca. Hangi duygumuzu nasıl beslemeliyiz ki bizi selamete ulaştırsın, iki dünyamızı âlâ etsin, çiçeklendiğimiz bahçemiz hep huzur koksun? Düştüysek de dağılmadan ve dağıtmadan kalkmak gerek. İslam’ın gölgesinde dinlenip sükûnete kavuşmak, Allah ve Resûlü’nün sözlerine kulak vermeyi denemek Müslümanlar için bir nimet. İşte tam da bu noktada heybetli duruşu, coşkulu yürüyüşü ile kız kardeşinin Müslüman olduğunu duyunca öfkesinden deliye dönen Hz. Ömer geliyor akla.

O ki bir yetişkindi; yıllanmış duyguları demini almış, alışkanlıkları karakteri olmuş, öfkelendiğinde kimsenin karşısında durmaya cesaret edemeyeceği bir kimseydi. Kardeşinin Müslüman olduğunu işittiğinde ona hesap sormak için bir hışımla yola çıkmıştı. Eve yaklaştığında işittiği sözleri nereden okuduklarını sordu kardeşine, sayfaları istedi. Hatta kardeşini ve eşini tartakladı. Kardeşi de Ömer gibi cesurdu. Ne pahasına olursa olsun İslam’ı kabulden vazgeçmeyeceğini haykırıyordu. Ömer, ayetleri okumak istedi, okudukça gönlü ferahladı, teskin oldukça okudu. Artık o da Müslüman’dı. O, bundan böyle hakkı, hakikati savunacak, Mekke’de zulme maruz kalanların yanında olacaktı. İslam’ı kabul etmesiyle sert mizacı nasıl da Hz. Peygamber’in ocağında erimiş bir maden gibi kıvam bulmuştu. Hz. Ömer’i tekrar tekrar hatırlayalım ve önü alınamaz öfkenin Resûl’ün şefkatli ellerinde nasıl kıvama geldiğine şahit olalım. Olaylara verdiği tepkide öfkesi galebe çalan Hz. Ömer, gizli tebliğin perdesini aralatıp ayan kıldı, Mekke’de Müslümanlara bir nebze olsun nefes aldırdı. Sahi, kimden yanaydı bu öfke ve cesaret, kime karşıydı bu hiddet? Oysa öfke, hakkın ve hakikatin tarafında, zulme ve zalimlere karşı olmalıydı.

Mekkeli zalimler acımasızdı, içlerindeki öfkeyi beslemişler, onu daha da arttırıp nefret ve kine evirmişler, Allah’a ve Resûlü’ne inananlara yaşam hakkı tanımamışlardı. Allah, gerek Mekke’de gerek hicret sonrası Medine’de, inanmayanların müminlere karşı düşmanca tutumlarını bizlere “Ey iman edenler! Sizden olmayanları sırdaş edinmeyin, onlar size kötülük yapmaktan geri durmazlar, sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların ağızlarından nefret taşmaktadır; kalplerinin gizlediği ise daha büyüktür… Size gelince, bakın siz onları seviyorsunuz, ama onlar sizi sevmiyorlar. Siz kitabın tamamına inanıyorsunuz; onlar sizinle karşılaştıkları zaman ‘inandık’ diyorlar; yalnız kaldıklarında ise size karşı öfkelerinden parmaklarını ısırıyorlar.” (Âl-i İmrân, 3/118- 119) ifadeleriyle bildirir Kur’an’da. Varın siz hesap edin öfkenin onların boynuna taktığı yuları, itidalden uzak ve vicdanı olmayan bir karabasan gibi ortalığı saran düşmanlıklarını. Bu karanlığa bir Ömer lazımdı haktan ve adaletten yana. Hak yola girmiş Ömer, içindeki öfkeyi imandan yana ehlileştirmiş ve kızgınlığın hoş görülür tarafını izhar eder olmuştu. Aynı Ömer, bir defasında sinirlendiği bir adamı cezalandırmayı düşünürken adamın “Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.” (A’râf, 7/199) ayetini hatırlatmasıyla ayet gereği adamı affedip salıvermişti. Gücü yetecekken öfkesini yutan Ömer, vahiyle sakinleşmeyi de öğrenmişti. İşte, meselemiz tam da bu: Hz. Ömer’in hayatından örneklerle öfkemizin ayarlarını İslam ahlakına göre yeniden belirlemek. Hepimiz haklı ya da haksız olarak öfkelenebiliriz. Gazabımızın şiddetini ve muhabbetin bereketini kimlere sunacağımızı belirlerken “Muhammed, Allah’ın Resûlü’dür. Onunla beraber olanlar da inkârcılara karşı çetin, birbirlerine karşı merhametlidirler.” (Fetih, 48/29) ayetini hatırda tutmak gerekir. Karar bize ait: Hâkim mi olmak istiyoruz, mahkûm mu?