Zaman kuvvetli akan bir nehir gibi önüne geleni sürükleyerek geçip gidiyor, en çok da insanı sürüklüyor. İnsan, kendinden önce dünyada yaşanmış, olmuş bitmiş şeyleri ona uzaktan bakabildiği için bir nebze de olsa anlıyor. Ancak kendiyle birlikte sürüklenen zamanın içinde olup bitenleri kavraması uzun sürüyor, çoğu zaman kayboluyor. İşte Abdullah Kasay, sinemayı bu kaybolmuşluğun içinde bir “hatırlama biçimi” olarak ele alıyor. Ona göre filmler kendimizi bir hatırlama biçimi, geçmişten şimdiye ya da şimdiden geçmişe uzanan birer işaret fişekleri gibi…
Bu ay değerli yazar Abdullah Kasay ile bu işaret fişekleri üzerinde durduk. Kendini hatırlama biçimi olarak sinemayı, sinema okuryazarlığını, sinema- hikâye ilişkisini ve daha pek çok şeyi konuştuk.
Abdullah Bey, sinema okuryazarlığı denilince ilk akla gelen isimlerdensiniz. Öyle ki sinema üzerine yaptığınız çalışmalar, öykücü kimliğinizin önüne geçmiş diyebiliriz. Dilerseniz önce “Neden sinema?” sorusuyla başlayalım. Sizi bu alana yönelten nedenleri merak ediyorum.
Biz izlediğimiz filmlerde, dinlediğimiz müziklerde, okuduğumuz şiir, öykü ya da romanlarda hep bir -istemsiz de olsa- beklenti içerisinde oluyoruz. Bu beklenti ne olabilir? Bütün bu üretimlerle münasebet kurarken onların bir “kendimizi hatırlama biçimine” dönüşmesini bekliyoruz esasen. Bizi bir yolculuğa çıkarmasını, kendimizle karşılaşma niyetlerimizi cilalamasını… Evliya Çelebi için yolların anlamı neydi? Bu soru, yani içinde “neden” olan her şey, bizi yolculuğa çıkaran her ne varsa, fiziken yapılmasa da ruhumuzla çıktığımız her yolculuk temelde aynı. Biz bir filmi izleyip bitirdikten sonra ondan neyi alımlamayı bekliyoruz? Bireysel düşünmeyelim, kitle kültürüne hitap eden böylesi devasa bir endüstriye sahip sinema, insanlığın tamamına ne vadediyor olabilir? Biraz geriye gidersek son üç yüzyılda olup bitenler... Fark ediyorsunuzdur ki her bir üretimin, özelde sanatın müthiş bir şekilde arttığını, çoğaldığını görüyoruz. Gerek edebiyatta gerek sinemada hep şöyle bir soru ortaya çıkıyor: Neyi takip edelim? Bu çoğaltım, bu çoğalma, bu tercihsizlik hâli, bir taraftan çoğu şeyin eksildiği sonucunu veriyor. Sürekli dile getirdiğimiz bir kavram; modernite. Modernitenin en büyük başarısı, tüketilen bir şeyin yerine hemen bir başkasını koyabilme becerisidir. Tüketim toplumunun dinamikleri içinde onu besleyen, onu çoğaltan ve yeni anlamlar kazandıran birtakım enstrümanlar gerekir. Batı düşüncesinin alt yapısını oluşturduğu kültürel sermaye dediğimiz şey, kabulü mutlak bir mertebede konumlandırılarak dünyanın tek gerçeği olarak kabul ettiriliyor. Kabulü mutlak dediğim şey bizim de bu topraklarda bazı sorular sormamıza neden oluyor. İşte diyoruz ki neden biz korku üretemiyoruz? Neden distopya filmleri yapamıyoruz ya da yapmıyoruz? Bu, örneğin romanın ülkemizde görülmeye başladığı zaman da farklı şekillerde tartışılan bir durum… Dünya ile kurduğumuz ontolojik bağlamların bir makas değişimi söz konusu... Bütün bunları görünür bir alanda takip etmek gerekiyor. Bu makas değişimi elbette görünen, görünmeyen tüm katmanlarıyla bizi maruz bırakıyor bazı şeylere. Maruz kaldığımız alanlarda ise tercihlerimiz söz konusu. Hangi katmanın bizim için derinlikli olabileceğine dair bir tercih bu. Dolayısıyla benim tercihim, yukarıda söylediğim sürecin tamamı için bir kaynaklık hüviyeti taşıyan sinemadan yana oldu. Hem tarihsel seyri, geldiğimiz noktayı görebilmek adına hem de çok bireysel, kendimle de bir hesaplaşma biçimi olarak.
Şüphesiz her sanat dalının ve o sanatı doğru okumanın belli yol ve yöntemleri, usulleri vardır. Sinema okuryazarlığı da böyle bir usul gerektirir mi? Sinema nasıl ya da neye göre izlenmelidir?
Bence bu sorunun cevabı, bir filmin başına otururken temel motivasyonumuzun ne olduğu… Sinemaya eleştirel bakmak mı istiyoruz, film okuryazarlığı mı edinmek gayesindeyiz? Ya da sinema ile beraber metinler arası zeminimizi geliştirip akademik bir çaba içerisine mi gireceğiz? Sinema rehberliği kazanmak da olabilir sinemayı yeniden düşünmek de olabilir temel motivasyonumuz. Sahada çalışmalar yapmak da bir gerekçe olabilir. En başta sormalıyız kendimize, sinema ile ne yapacağız? Saydığımız gerekçelerin her biri muhakkak usul konusunda da bize farklı sonuçlar verecek. Baktığımız zaman film eleştirisi daha çok filmin konusu ve hikâyesi ile birlikte teknik anlamda ve sinemanın diğer unsurları içinde kapalı devre bir uğraşken; filmlere dışarıdan bakmak isteyenler için, filmi merkeze alan fakat bununla beraber sinema dışı alanlarla yoğrulan bir faaliyet ya da bir “bakış” gerekiyor. Sinema, bize bir ikilem yaratır. Çünkü kendi teknik gerçekliğine, örtük bir ötekilik statüsüne sahiptir. Yabancılaşmış bir ötekinin romantik görüntüsüyle çoğu zaman sinema filmlerinde karşılaşırız. Görselliğin bu kadar etkileyici olduğu bir çağda, sinemanın gücü daha çok ortaya çıkıyor. Çoğu yönetmenin şöyle bir cümlesi vardır: “Ben istiyorum ki film, siz sinema salonunu terk ettikten sonra başlasın.” Eğer ki bu derece etkileyebiliyorsa bir film, sinemanın tesiri görkemli bir hâl alıyor bana göre ki bu benim için de öyle. Bir de Tarkovski açısından bakalım. Şöyle diyordu: “Sık sık sanıldığının aksine, sanatın işlevsel belirlenimi, düşünmeyi teşvik etmek, bir düşünce iletmek ya da bir örnek oluşturmak değildir. Hayır, sanatın amacı daha çok, insanı ölüme hazırlamak, onu iç dünyasının en gizli köşesinden vurmaktır.” Onun penceresinden bakınca manevi arayış ve doygunluk ile birlikte insanın iç dünyasının keşfinden de söz edebiliriz. “Nasıl” sorunuzun cevabı olarak ben de bunları söyleyebilirim belki, o keşif hâline yakın bir yerde durmamız gerekiyor sinema ile temasımızda sanırım. Deleuze “Felsefe bitti yerini sinema aldı.” diyor. Bu vurgu işte tam da sinemanın, tüm sosyal bilimlerin katmanlarını barındırdığına, “ayna” görevi gördüğüne dair de bir vurgu. Dolayısıyla sinema insanın kendi içsellikleri ve bu içselliklerin keşfi için de izlenmeli.
Sinemanın anlatma gücüyle kitabın anlatma gücünü karşılaştıralım istiyorum. Görüntünün imkân ve kabiliyetleri ile metnin imkân ve kabiliyetleri birbirinden oldukça farklı. Daha teferruatlı daha konuya nüfuz eden, sayfalar dolusu anlatıma imkân sağlayan yönüyle yazının anlatma gücü oldukça baskın gibi duruyor. Fakat Tarkovski gibi yönetmenleri düşünürsek tersi de söz konusu. Sizce bir film, bir kitap kadar okunaklı olabilir mi? Ne dersiniz?
Sinema çok katmanlı bir alan. Siyasal, ekonomik ve ideolojik dilinin yanında, elbette sanatsal bir dile sahip. Bu sanatsal bağlamıyla baktığımızda, sanattan beklenenin ne olduğu sorusunu da ortaya koymamız gerekiyor. Dolayısıyla koşullu bir ilişki gerektirir en başta sinema, okunaklı yönünü ön plana çıkarmak istiyorsak. Ama hemen iliştirmem gerekiyor ki sinema bir taraftan da eşittir eğlence demek. Buradaki “eğlence” kelimesini ilk anlamıyla düşünmemek gerek. Günümüzde bir sağaltım alanına ihtiyacımız var, yani bir şeyi “eğlememiz” gerekiyor. Bunu bedenen yapamadığımız için artık daha ziyade zihnî ve düşünsel manada gerçekleştiriyoruz. Sinema bu manada en başta bir sağaltım sunuyor. İnsana inancımızı yeniden pekiştiriyor ya da tanıdığımızı düşündüğümüz insanı yeniden gözler önüne seriyor. Sanat en nihayetinde temsil ve bunu yazıyla, heykelle, resimle yaptığınız zaman araya dolaylamalar giriyor, yani tam bir temsil sunmanız mümkün değil. Fakat sinemanın doğayı ve insanı temsil yeteneği benzersiz. Sanatın asıl amacı, gerçekliğin bir yanılsamasını meydana getirmekse kamera bu amacı benzeri görülmemiş bir şekilde mümkün kılıyor, zira dolaylı değil doğrudan bir aktarım yapıyor sinema. Bu manada, yaşadığımız dünyayı anlamak ve algılamak noktasında bize muazzam bir katkı sunuyor. Sanatın tamamında, genelde biçim ve içerik arasında bir savaş vardır. Sinemaya buradan baktığımızda, bu savaşta biçim ve içerik uyumunun galip geldiği tek sanattır diyebiliriz. Bir sinema filmini, bir edebî metin gibi çözümleme işine girişmek (okumak) son tahlilde bize nasıl bir katkı sunar? Her edebî metnin okuyan için anlam katmanları farklı olabileceği gibi yazarın kastının dışına çıkan anlamları da esasen okuyucunun zeminini belirler. Bir edebî metni okurken biz daha ziyade bu eseri deneyimleriz. Kendi deneyimlerimizdir aslında o eserin anlam katmanını oluşturan. Aynı şey sinema için de geçerlidir. Sinema göz önünde bir sanattır. Dolayısıyla gözün duyumsadığı her şey aklın rehberliğine ihtiyaç duyar ki burada, edebî alanın sunduğu deneyimden benzer görünse de ayrışır. Zira sinemanın tüm enstrümanlarında yer alan ses, görüntü, efekt ayrı ayrı “yorum” ve “yorumcuya” ihtiyaç duyar. Edebiyatta bunu tek bir katmanda yapabilirken… Bir sinema filmini tamamladıktan sonra ortaya çıkan ferahlama ya da gerginlik, aslında sonrasında o film üzerinde düşünerek bizde mevcut olan bu hâlleri anlama çabasıdır. Film eleştirmeni ve kuramcı Andre Bazin’e göre yeni gerçekçi sinema, günlük yaşantımızın bir fotoğrafını çekerek sinema perdesine yansıtmak gibidir. Günlük yaşamın anlatımı, anında olanın anlaşılmasının zorluğu bakımından ilginçtir. Görsel bir çağda, story ve shortların bir-üç dakika arasında olduğunu da hesaba katarsak (anlamak için çok daha büyük performanslar gerektirir bu kısalıklar), görüntüyle bezeli olanların etkisi belki de bir kıyas düzleminden ayırıyor artık bizi metinle görüntü korelasyonunda. Bazı filmlerde, edebî kurmacada göremeyeceğimiz biçemsel etkiler serpiştiriliyor. Yani o öykü evrende, mekânın ya da zamanın bir parçası olmayan metaforlar da eklenebiliyor. Mesela Eisenstein’ın Ekim filminde Kerensky sekansına bir anda tavus kuşu görüntüsünün eklenmesi ya da Godard’ın Çinli Kız filminde Antik Mısır’la ilgili bilgi verilirken bir anda Kral Tutankamon’un mezarına dair yakın çekime geçilmesi gibi “şok etkiler”, yazının anlatım gücünün ötesine konuşlanıyor…
Sinema ve hikâye bağlamında Doğu’yu değerlendirmenizi istesem neler söylersiniz? Destanlardan masallara, efsanelerden menkıbelere kadar oldukça zengin bir hikâye kültürüne sahip olmakla birlikte bunu görsele taşıyamamış, birbirine benzeyen popüler hikâyelerin anlatıldığı filmlere boğulmuş gibiyiz. Siz de böyle düşünüyor musunuz?
Doğu kültür dairesinin paradigması “tümdengelim” biçimindedir ve burada basamak basamak aşağıya inilir. Batı kültür dairesi ise “tümevarım” şeklindedir ve düşünce biçiminde adım adım gerçeğe ulaşılmaya çalışılır. Doğu anlatılarının gerçekçiliği, gerçekçiliğin bilinen tariflerine sıkıştırılamaz. Doğu-Batı hattında değişen sadece biçim değil aynı zamanda ruhtur da. Dolayısıyla daha soyut bir alanın “çözümlenmesi” işi ya da yapısal bir forma sokulma işi daha zor. Geleneğin içinde yer alan tüm sözlü yazınsal üretimlerin fıtratı, sinemaya taşınırken bazı arızalarla karşılaşır. Göstermeden gösterme işidir biraz Doğu’nun formu. Göstererek yapılan bir sanatta yani sinemada, bağlı bulunan kültürün hikâyesinin anlatımı, üretimi pahalı bir sanatta -karşılığını alabilmek için- elbette popülerleşiyor. Mecid Mecidi ile yakın zamanda Konya’da bir buluşmamızda, Batı’nın hikâyesi tükendi artık demişti. Bizim ise anlatacak çok fazla hikâyemiz var, derken gözleri parlıyordu. Bu, henüz “yapılamamış” bir şeyin tespiti ise henüz zamanımız var demektir. Zira ülkemizde, 1990 sonrasında ancak bir kırılmayı görebiliyoruz, hikâyelerin yer-yön değiştirip daha kendimize yaklaşması hususunda. Öyle ki Türkiye’deki yönetmenleri klasik anlatı sineması kurallarını benimseyenler, popüler sinema çizgisinde ilerleyen ve daha yenilikçi ve alternatif bir çizgide yer alanlar olarak ikiye ayırma işi çok taze. Misal Çağan Irmak, Yavuz Turgul gibi yönetmenler daha çok popüler kültürün üretim biçimleri ile görünüp neden-sonuç ilişkisine dayalı öykü anlatım anlayışlarını ve klasik sinema kurgusunu kullanırken; Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem, Semih Kaplanoğlu, Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu, Aslı Özge, Pelin Esmer gibi sinemacılar ise zaman zaman daha deneysel, sembolik ve yenilikçi bir üslupla filmlerini yapıyorlar. Biz henüz bunun üzerimizde nasıl bir etki bıraktığını tam manası ile yerine oturtamıyoruz zira zaman gerek. Sorunuzda bahsi geçen zengin hikâye kültürümüzün sinemaya taşınma işi, bahsini ettiğim sembolik/yenilikçi sinemacıların çoğalması ile mümkün olacak, henüz sayımız az bu manada.
Editörlüğünü yaptığınız Perdenin Ötesine Bakmak isimli kitapta “Filmler kendimizi bir hatırlama biçimidir. Geçmişten şimdiye, şimdiden geçmişe bir işaret fişeği.” diyorsunuz. Ve kitapta yetmiş farklı yazarın yetmiş farklı kendini hatırlama biçimine yer veriyorsunuz. Abdullah Harmancı Amelie’de, Mahmut Çoşkun Kış Uykusu’nda, Yıldız Ramazanoğlu Sevmek Zamanı’nda, Ahmet Sarı yol filmlerinde kendini hatırlıyor. Peki, siz kendinizi hangi filmde ya da filmlerde hatırlıyorsunuz?
En başta diyebilirim ki Perdenin Ötesine Bakmak için, böyle bir çalışma yoktu... Kitapta yer alan tüm yazarların sinemaya bakışlarını merak ediyordum... Yazılar elbette salt bir film yazısı olmanın ötesine uzandı, bir ize büründü… Aslında bu, “ne dedimse kendime” cümlesinin altının çizilmesi gibi biraz. Kendine söylenenler, bende olanlar, bir başkasında da yoklanıyor. Evet, öykü yazıyordum fakat hep görüntü hâkimdi bende. Dolayısıyla öykü kitabımın evvelinde bu çalışmaya odaklandım. Fakat çok daha özelde, bu “bakışlar” benim öykü damarımı da besledi diyebilirim. Bu karşılıklı ilişkiden mülhem, nelerle hatırlıyorum? Forrest Gump, Bir Zamanlar Anadolu’da, Tabutta Rövaşata ve Kirazın Tadı’yla. Varda’nın Çatısız Kuralsız’ı, Kurosawa’nın Rashômon’u. Alejandro González Iñárritu filmleri bana ne söylüyor mesela? Biraz Tarkovski’nin Ayna’sına da bakmak gerek, Brian de Palma Şenlik Ateşi’ni yakınca. Kieslowski’nin Üç Renk’i ya da Woody Allen’nin Radyo Günleri de dâhil elbette tüm bu sorulara.
Bazı kitaplar ya da yazarlar vardır, değeri hayattayken anlaşılmaz. Filmler için de bu böyle midir? Döneminde kadirbilmezliğe uğramış filmler hakkında konuşabilir miyiz biraz?
Tabii filmler için de bu geçerli ki bunlar kült kategoride olanlar. Öyle ki çıktığı dönem belirli bir “özel izleyiciye” hitap eden bu yapımlar, zamanın hazır bulunuşluğu ile yeniden gün yüzüne çıkıyor. Blade Runner benim ilk aklıma gelenlerden mesela. Dijital dünyanın varlığı gündemdeyken, 1982 yapımı bir filmin şu an büyük bir referansa dönüşmesini anlamlı buluyorum. O güne değin kabul edilen normları sarsıp sınırları değiştirmeye ve onlara yer-yön kazandırmaya çalışan birçok yapım, hedef kitle tanımlarını bu denli genişletemiyordu öncesinde. Ama şu an hedef kitle çok değişken ve her an özel izleyiciden genele taşınabilir bir yapım, bu hesap edilmese bile. Döneminde kadirbilmezliğe uğrayan her avangart üretim, bir başka dönemin referansı oluyorsa biraz da bu, bu işin doğası gereği böyle demeliyiz sanırım.
Biraz da öykülerinizi konuşacak olursak; öykülerinizdeki çocuk hassasiyeti, çocuk bakışı ya da dünyayı çocuk gözüyle görmek bilinçli bir tercih gibi duruyor. Çocukların yanında Mehmet Narlı’nın ifadesiyle edebiyattan kaçan delileri de öykülerinize davet ediyor, Meczup Nurettin ve Deli Rüstem ile onları tekrar yaşatıyorsunuz. Çocukluk, delilik ve edebiyat bağlamında neler söylersiniz?
Çocukluk aslında saf/arı/duru bakışın (aklın da henüz yeteri kadar kendini gösteremeyişi ile de belki) dönemi. Bizler yetişkin dünyada hesaplanabilir, öngörülebilir, ölçülebilir bir zeminde, yani aklın aslında olabildiğince yüceltildiği bir dünyada yaşıyoruz. Sadık Yalsızuçanlar’ın hep kullandığı bir cümleyi yazayım: “Delilik, az akılla olmaz.” Yalsızuçanlar’ın söylemi ile bakarsak “aklın çokluğu” bizi delirme noktasına getirmiş olmalı ki bağlarımızdan gitgide kopuyoruz. (Elbette deliler özelinde kastedilenin ne olduğunu biliyoruz.) Çocukluğun insanın asıl yurdu olması da bu saflığın sahihliğe yakınlığında belki de… Akıl çağı, muazzam bir anlamsızlaşma ortaya çıkardı. Bu anlamsız dünyanın arda kalan insanları ise zaten hesap dışı bırakıldı. Yine de birer “şaşırma ve şaşırtma” özneleri olarak delilerin varlığı, mükemmel ve idealize edilmiş insan tipolojisine bir itiraz gibi. Bu itiraz, bu âlemdeki cümbüşü görmek adına önemli. Dolayısıyla ben her türlü insan öğesinin cümbüş hâlinde seslenişini seviyorum. Çocukluk da bir cümbüş. Postmodernite tek tip insan modeline itirazken, bizi getirdiği nokta yine büyük bir tek tipleşmeye döndü. Cümbüş, çeşitlilik azaldı. Büyük bir hikâyesizlik sarmalındayız. Modern dönem öykülerinde de bu görülüyor aslında, yazarlar her şeyin bilinir olduğu bu dünyada, kendi en bilinmezliklerini yazarak kotarmaya çalışıyorlar durumu. Bu açıdan da bakarsak; kültürel, geleneksel ve modern bağlamda edebiyatın konu edindiği meselelerde delilere düşen bir pay varsa, postmodern sınırın ihlali gibi bu. sınırı geçmeyi seviyorum kendi adıma. Çünkü “Meczuplar hakikati en olmadık zamanda en savunmasız olduğumuz anda önümüze koyarak giden adamlardır.” diyordu Gökhan Özcan da bir yazısında...
Son olarak size bazı kelimeler versem ve aklınıza gelen ilk çağrışımları birkaç cümle ile ifade etmenizi istesem neler söylersiniz?
Ezan sesi: O sabah ezan sesi gelmedi camimizden / Korktum bütün insanlar, bütün insanlık adına.
Uyku: Hep bir uykudayız, ölünce uyanacağız.
Abdest: Uzuvları eksik insanın her abdest alışındaki hüznü…
Kum: Seccaden kumlardı…
Sessizlik: Kimseler cesaret edemedi, sessizliğin sesini rahatsız etmeye.
Yazmak: Oturup yazmadım çocukken, annemin dediklerini…
Bıçak: Bu kesikler bıçak yarası değil…