Sami Reis

Sami Reis, teknesini balık rengine boyamış, 1 Eylül’de açılacak av sezonuna hazırlanıyordu. Ziyadesiyle yorulmuş, balıkçı barınağının kapısının sahile dönük duvarına yaslanmış, dev dalgaların yosun tutmuş kaya kütlelerine çarpmalarını seyrediyordu. Dalgın olmasa da düşünceliydi. Karadeniz’in böyle bir karakteri vardır. Kendini seyredenin bakışlarını avuçlarına alır sonra hışımla kayalıklara çarpardı. Yakın zamanda bypass olmuş, kalp damarlarından beşi değişmişti Sami Reis’in. 68 yaşını geride bıraktığı hâlde emsalleri gibi emeklilik moduna girmemiş, kendini Sinop’un şirin sahil kasabası Türkeli’ne atmıştı. Burası arkası orman, önü deniz manzarasıyla tam ona göre bir yerdi. Hayatının büyük kısmı İstanbul’da geçmesine, orada ev bark ve iş sahibi olmasına rağmen hiç gözünde yoktu İstanbul. “Her türlü imkânın var, niye tam yaşayacak zamanda İstanbul’u bırakıp da bu küçücük kasabayı tercih ediyorsun?” diye soranlara, “İstanbul’da yolda yürürken insanlar, arabalar ve koca koca binalar üzerime üzerime geliyor, bunalıyorum.” cevabını veriyordu. Şimdi elinde bir çubuk, oturduğu sahil kenarında toprağı karıştırmaya çalışırken aslında aklında bir sürü şey vardı. Yarın sabaha kadar tekne kurur kurumaz bir mezgit çıkarması yapması gerekliydi, çünkü kalabalık bir akraba grubu İstanbul’dan ziyaretlerine gelecekti. Şimdi kalkıp onlara ıspanak, pırasa, taze fasulye yedirmek yakışık almazdı. Zaten bunu kendi şanına da uygun bulmazdı. Şu günlerde denizin açıkları mezgit kaynıyordu. Aklındaki “bir sürü şey” de zaten mezgit sürüsüydü. Oturduğu taşın üzerinde bir taraftan dinlenirken bir taraftan da yarın sabahki mezgit sürüsünü kaçırmamak için içinden dua ediyordu. Ne de olsa burası Karadeniz’di. Bir anda hava bozar, deniz köpürüp ayağa kalkar, tekneler yatmak zorunda kalabilirdi. Sami Reis, gittikçe öfkesi artan denizin haşin dalgalarıyla serinlerken az ileriki balıkçı kulübesinden Trol Ali çıkıp geldi. Sami Reis’i düşünceli görünce bir anlam veremeyip takıldı:

“Ne o Sami Reis, Karadeniz’de gemilerin mi battı?”

Sami Reis iştahsız iştahsız, zoraki karşılık verdi:

“Gemim yok ki batsın Trol Ali. Tekneyi maviye boyadım umut olsun diye. Şu coşan dalgaların arasında o umudu arıyorum. Yarın deniz iyi olsun Allah vere de!”

“Denize güven olmaz Reis’im. Sen tedbirini al, o sana uysun. Denizin güler yüzüne kanıp sakın balığa tek başına çıkma. Hele bu yaşta hiç çıkma, üstelik ameliyat geçirmişsin, kalbin heyecana gelmez.”

“Çelik gibiyim çok şükür. Hep tek çıkıyorum denize. Bildiklerim bana yeter Ali, yine de sağ olasın ama bildiklerini kendine sakla, sana daha çok lazım olur.”

“Benden söylemesi abi. Burası Karadeniz, unutma bu deniz tuttuğunu bırakmaz, aldığını kolay kolay geri vermez.”

Trol Ali son sözünü söyleyip başka da bir şey demeden burnunun doğrusuna yürüyüp gitti. Sami Reis kulübeye geçti. Boş duramadığı için sağda solda kırık dökük eşya ne varsa onları tamir etmeye girişti. İğneleri misinaya dizip sabaha hazırladı.

Sabah uyandığında güneşin huzmeleriyle deniz pırıl pırıldı. Uzaktan bakan her gözde, suya serili bir çarşafın üzerinde sere serpe yatma hevesi depreşiyordu. “İşte bu!” dedi Sami Reis içinden, “Tam mezgit havası.” Tekneyi bir başına kıyıdan suya itekledi. Tekne suya iner inmez sanki deniz kendine gelmişti. Terazinin boş kefesi dolmuş ağırlık dengelenmiş gibiydi. Sami Reis teknesini her zaman sabitlediği noktaya doğru yola çıksa da bu sabah üzerinde bıraksalar taa Rusya’ya, Kırım’a ya da Ukrayna’ya gidecekmiş gibi bir enerji vardı. Hava daha yeni aydınlanmış, etrafta sessizliği bozan martıların dışında kimsecikler yoktu. Sami Reis’in motoru çalıştırmasıyla tekne kanatlanıp uçarcasına dalgaları yararak gözden uzaklaştı. Motorun sesi uzaklaştıkça yavaşladı ve bir noktadan sonra duyulmaz oldu. Tekne mezgit sürülerinin yuvalandığı noktaya sabitlendi. Su o kadar güzeldi ki Sami Reis’in bedeniyle beraber aklı da balığı unutup suyun serinliğine takılıp kaldı. Böyle zamanlarda tekneden denize atlayıp bir süre yüzmeden ağını atmazdı. Ne olur ne olmaz diye teknenin merdivenlerini yerine yerleştirdi. Açıkta yüzmek bambaşka bir zevkti. Okyanusun ortasında gibiydi. “Suyun hakkını ödedim sayılır, bu kadar yeter.” deyip çok yakınındaki teknenin merdivenlerine davrandı. İleriye doğru bir iki hamle yaptıysa da sudaki belirsiz bir ağırlık buna geçit vermedi, aksine ileriye kulaç attıkça geriye doğru gidiyordu. Bir an teknenin dalgalara kapılıp sürüklendiğini zannetti. Tekneye doğru son bir hamle yapmaya çalıştı. Bu kez dalgalar arasında dipsiz bir kuyuya düşüp akıcı bir karanlığa savrulur gibi oldu. İlk kez canlı biçimde hayatın ayaklarının altından çekildiğini fark etti. Filmlerde olan şeyleri yaşadığı hissine kapıldı.