Aynalar bakar yüzümüze her gün. Donuk bir göl gibi konuşurlar gözlerimizle. Aynalar bize güler derinliklerinden. Bizden daha iyi tanırlar bizi. Her seferinde yeni bir yüzle bakarız aynaya, her baktığımızda başka bir insanın yüzüne bakıyoruzdur. Aynaya baktığımız her seferinde, hiçbir zaman aynı kişi değilizdir artık. Gözümüzde sönen yahut ilk kez usulcacık parlayan bir ışık, zihnimizden geçen yeni bir düşünceyle kasılan alnımızda beliren ince bir çizgi, kalbimizi yoran ya da heyecanlandıran bir hissin kanımızda başlattığı dalgalanmanın yüzümüzde bıraktığı o derin iz… başka bir insana dönüştürür her an bizi. Bu yüzden bakışlarımızı çevirdiğimizde başka yöne, aynada asılı kalan hep eski yüzümüzdür. Hayat ileriye doğru akar daima ve biz, aynada kalan bütün yüzlerimizin toplamıyız. Aynalara yansıyan onlarca yüzümüz, parçaların tamamladığı bütünün, ruhumuzun, o büyük düşün parçalanmış görüntüleridir yalnızca. Size şimdi, parçalanmış görüntülerinin ardındaki ruhunu seyredebilmek için bütün kitaplarını birer ayna gibi yontan bir ustadan bahsedeceğim; usanmaz bir toprak pişiricisinden, köksüz bir göçebeden, Hermann Hesse’den.
Çayırda kelebek kovalayan, Kızılderili oyunları oynayan, atalarından devraldığı ruh ve akıl mirasıyla, zengin hayal gücüyle, güçlü iradesiyle ve kabına sığmayan coşkulu mizacıyla her şeye inceleyen gözlerle bakan, kurşun kalemiyle olağanüstü resimler çizen, canı istediğinde güzel şarkılar söyleyen o ateşli çocuk… Kendi tabiriyle dünyanın ışınlarının birbiriyle kesiştiği, ibadet edilen, bilimsel araştırmalar yapılan, kaliteli müzik çalınıp dinlenen, ellerinde hasırdan örülmüş ya da deriden yapılmış acayip bavullarla pek çok yerden konukların geldiği, yoksulların yedirilip içirildiği, şenliklerin düzenlendiği, bütün yeryüzüyle ilişki içinde yaşanabilen zengin ve çok yönlü bir dünya olan o evde büyüyen yaşam dolu ruh... Yalnız, çilekeş, daima arayan, bilgili, dürüst, iyiliksever, ince zekâsını kullanmayı asla boşlamayan biri olarak anlattığı babasına zaman zaman hayranlık duysa da yüreğinin kökleri çok daha derinlerde, gizlerle yoğrulmuş bir toprakta, manen sahip olduğu en değerli şeyleri borçlu olduğunu düşündüğü anne toprağında olan, büyüleyici anlatım gücünün öz suyunu hayatı boyunca en çok, “Anneler bu yaman, bu güler yüzlü sanatı nereden edinir, bu yaratıcı ruhu, dudaklarından yorulmak bilmeksizin dökülen bu büyülü pınarı nereden edinirler? Seni hâlâ görüyorum, anneciğim, güzelim başın bana doğru eğilmiş, endamlı vücudun, o eşsiz kahverengi gözlerinle, uysal ve sabırlı, karşımda duruyorsun.”1 dediği anne toprağından alan sızılı bir yürek… Ve keskin yüz hatlarıyla, acılı yüz ifadesiyle, çelimsiz vücuduyla hayatı boyunca hiçbir yere ait olamayan, hiçbir yerde kök salamayan, hiç büyümeyen o ruhu göçebe çocuk; Hesse.
Bir gün, dışarıdan görünür hiçbir neden olmaksızın manastırdaki öğle yemeğinin ardından ne sırtında palto ne cebinde para, öylece kayıplara karışır Hesse. Saatler geçmesine rağmen dönmemesi üzerine yakınlardaki ormanlarda yapılan bütün aramalar sonuçsuz kalır. Ertesi gün öğleye doğru yorgun, bitkin ve aç bir şekilde bir jandarma eşliğinde okula döner. Okuldan uzak kaldığı yirmi üç saati, eksi yedi derece soğukta dışarıda ve çoğunlukla yürüyerek geçirmiştir. Hesse’nin içindeki ilk kopuş, ruhunun ilk somut göçebeliğidir bu ve hem bedensel hem ruhsal bakımdan korkunç derecede sancılıdır: “Kendimi öylesine güçsüz, öylesine yorgun ve istem gücünden yoksun hissediyorum ki (…) hasta sayılmam, yalnızca hiç alışık olmadığım yeni bir dermansızlık yakama yapışmış bırakmıyor (…) Ayaklarım buz gibi soğuk hep, oysa kafamın içinde, dipsiz derinliklerde bir ateştir yanıyor.”2
Bu ilk ruhsal göç, sonraki hayatında uzun süre kendini sinir krizleriyle belli edecek ağır ruhsal çatışmaları başlatır onda. Hiçbir okulda uzun süre kalamaz artık, hiçbir meslekte tutunamaz, hiçbir şeye karşı istek duymaz, ağır bir depresyon ve cesaretsizlik içinde “Tanrının eli ruhumun üzerine / Bastırır bir yük gibi ağır.”3 dediği Tanrı’yla, dünyayla cebelleşir içten içe ve kendini terk edilmiş hisseder. Arkadaşları tarafından mahkûm edildiği ve gittikçe derinleşen yalnızlığı onu daha sessiz, daha ağır başlı birine dönüştürür. Yalnız başına düşünen, yalnız başına ezgiler mırıldanan, hoşlanmadığı kalabalıklardan soyutlanarak ve çalıştığı zamanlardan arta kalan her an doyumsuz bir şekilde okuyarak yaşam süren, onu giderek neşeli yoldan ayırıp karanlıkların ve belirsizliklerin içine sürüklese de yalnızca içindeki sese kulak veren bir münzevidir artık o. Saat fark etmeksizin çoğu zaman paltosunu, şapkasını ve bastonunu alıp evden çıkar ve gece vakti dışarılarda dolaşıp durur. Daha çocukluğunda başlayan, dizginleyemediği ruhundaki bu göçebeliği, “…benim içimde hiçbir yeri yurt tutamayacağım duygusu yaşıyor.”4 diyerek itiraf eder. Yalnız ve yersiz yurtsuz biri olduğunun, yazgısının fiziki ya da ruhsal olarak hep yollarda olmak ve hiçbir yerde kök salamamak olduğunun farkındadır. Bu bir anlamda özgürlüktür onun için ama bütün bağlardan özgür kalabilmenin karşılığını sıradan bir aile, eş ve çocuk sahibi olmak gibi mutlulukları gözden çıkararak ödediğinin de bilincindedir: “Ne mutlu bir varlık sahibi olana, bir yerde yerleşik yaşayana, sadakatten şaşmayan erdemli kişiye! Böyle birini sevebilir, ona saygı duyabilir, ona imrenebilirim. Ne var ki onun erdemliliğine öyküneceğim diye yarı ömrümü elden çıkardım. Olmam gerektiği gibi değil, bir başka türlü olmak istedim hep. Bir yazar olmaya niyetlendim, ama sıradan bir vatandaş gibi de yaşamaya çalıştım. Bir sanatçı, düşler, hayaller peşinde koşan bir insan olmak istedim, erdemliliğin de bir yurt yuvanın da tadını tadayım dedim öte yandan, ama bunun her ikisine birden sahip olamayacağımı, benim köylü değil, arayan ve bulduğunu saklayıp koruyan biri değil, göçebe biri olduğumu ancak neden sonra kavradım.”5
Sanatçı olmak ruhun göçebeliğine razı olmaktır Hesse’ye göre. O bu göçebeliğe ilk, henüz on iki yaşlarındayken çocuk hâliyle tam olarak kavrayamasa da kulaklarında yankılanan, içini ateşe veren, ruhunu ürperten, kelimelerinden gizin ve büyünün esip geldiği Hölderlin’in yarım kalmış bir şiirinin sebep olduğunu söyler. On üç yaşına geldiğinde ise ne istediğine karar vermiştir artık: “...anlamıştım ki ya bir yazar olacaktım ileride ya da hiçbir şey.”6 Okuldaki ilk ruhsal kopuşu tam olarak onun içinde beliren bu yakıcı isteğin dışavurumudur. Hayatı boyunca yaşadığı pek çok fırtınaya, dünyayla giriştiği uzun ve çetin savaşlara, sık sık burun buruna geldiği yok oluş uçurumunun çilelerine, yıldan yıla daha çok içine sürüklendiği tüyler ürpertici yalnızlığına rağmen daha on üç yaşında içinde beliren bu amaca ulaşır, yazar olur ve hiçbir şey olmaktan kurtulur Hesse. Onu sakin limanlara ulaştıran şey de yine içinde yanan o derin ateşi yalnızca yazarak sağaltabilmesidir. Çünkü ona göre sanat, “…sanat uzayıp giden, çok yönlü, kıvrım kıvrım bir yola benzer; öyle bir yol ki amacı kişilik denen şeyi, sanatçının ben’ini öylesine eksiksiz, bütün dallanıp budaklanmaları kapsayacak gibi, tüm ayrımlaşma ve bölünmelerine kadar tümüyle eksiksiz dile getirmek, böylece sanatçının ben’inin sonunda âdeta bir makaradaki iplik gibi tümüyle sağılmasını ve bütün kurdunu döken ben’in bir alev gibi yana yana sonunda sönmesini sağlamaktır.”7
Tam da bu yüzden onun yapıtlarının içeriğini kendini çözümleme, kendi ben’iyle ve çevresiyle hesaplaşma çabası oluşturur. Romanlarında da şiirlerinde de bilinçli bir şekilde kendi yaşantısının dışına çıkmaz, çağdaş sorunların peşinde koşmaz, kendi ben’inin peşine düşer; kendi yaşamının kökleri derinlere uzanan katmanlarını her yapıtıyla biraz daha gün ışığına çıkarmayı dener. Yalnızca yaşadığımız düşüncenin bir değeri vardır, dediği bir romanının ön sözünde bunu, “Arayan biriydim, hâlâ da öyleyim ama aradığım şeyi yıldızlarda ve kitaplarda ele geçirmeye çalışmaktan vazgeçtim artık. İçimdeki kandan çığıl çığıl yükselen öğretilere kulak vermeye başlıyorum.”8 diyerek okuruyla paylaşır.
Yapıtlarının hepsini “derin iç çekişler”, “ruh biyografileri” diye niteler mektuplarında; bunlar onun ruhunun biyografileri, öz yaşamının büyük portresinin parçalarıdır. Onun içsel yaşam öyküsünü eserlerinden takip etmek mümkündür bu yüzden, özellikle de uzun anlatılarının katmanları arasında daima itirafları vardır. Bütün yapıtlarındaki başkişilerin her biri ötekinin kardeşidir, hepsi onun ruhundaki göçebelikten payını almıştır, her anlatıda ele aldığı konu onun büyük temasının bir başka versiyonudur: “Düzyazıyla kaleme aldığım hemen bütün yapıtlar ruhsal yaşam öyküleridir; hepsinde de sözü edilen, olaylar, komplikasyonlar ve gerilimler değildir; hepsi aslında bir tek kişinin, o efsanevi figürün dünyayla ve kendi ben’iyle ilişkileri içinde gözlemlendiği monologlardır.”9 Bunun en önemli örneği de bizzat kendi hayatını yansıtan, bir zamanlar neredeyse altında ezileceği okul, din, gelenek ve otorite gibi güçleri eleştirdiği, dogmalara sırt çevirip kendisini özgürleştirmeye çabaladığı kendi hayat serüvenini yeniden öykülediği Siddharta romanıdır. Bu roman gerçekten yaşanmış ve çilesi çekilmiş bir yaşam parçasının, onun hayatının romanıdır. Romanda onun içsel huzuru bulmasında önemli bir yeri olan kayıkçı Vasudeva, bir zamanlar çıraklık yaptığı sahafta tanıdığı, bilgili aynı zamanda hayatında tanıdığı en temiz, iyi kalpli, dürüst ve sevimli insan gözüyle baktığı Julius Baur’dur. Romanda ırmağın, değişimde saklı sürekliliğin, sonu gelmeyen dönüşümdeki birlik ve beraberliğin gizini öğrenir ondan Siddharta. Hesse için de bu, hayatın özüdür; yaşamın haz ve anlamının bulunabileceği bir yer varsa o da yeni ilişkilere, yeni bağlara, yeni başlangıçlara yasa bürünmeden, cesaretle ve gözü pek kucak açmak, ruhsal anlamda daima göçebe olmak ve güzelliğin özünü her an biraz daha bilinçli bir şekilde kavramaktır. Çünkü kurtuluşumuz sadece bir iç uyanışla, “…hayat olaylarının rengarenk örtüsünün gerisinde duran Allah’ın birliğini her zaman yaşayarak kavramakla mümkündür.”10 Daima inatla kalabalıkların yürüdüğü yolu değil kendine özgü yolu izleyen, başkalarına ayak uydurmak yerine kendi ruhundaki dünyayı yaşamak ve yansıtmak isteyen, yalnız ve hüzünlü biri olarak bu dünyada bulduğu “unutulmaz hazlardan örülmüş altın zinciri” bütün yapıtlarında anlatarak okurlarına, kendisinden daha büyük hazla bu dünyayı keşfetmeyi öğretmeye çalışan Hesse’nin en sevdiği uğraş küçük ateşler yakmak, kızıl ateşin başında düşlere dalmak ve toprak pişirmektir bu yüzden. Çünkü ateşin ihtiva ettiği dönüşüm onun için ilerlemenin, saflaşmanın, çokluğun teke dönüşümünün, unutulmaz hazlardan örülmüş altın zincirin yani Allah’ın birliğinin simgesidir. Ama “…iyinin ve kötünün, güzelin, çirkinin ve bütün zıtların bir birlik içinde eritilebilmeleri gizli, ancak gizlinin sırrına varanların bilebildiği bir hakikattir.”11
1 Bernhard Zeller, Hermann Hesse, Çev. Kâmuran Şipal, Yapı Kredi Yay., İstanbul: 2018, s. 14.
2 Bernhard Zeller, a.g.e., s. 26.
3 Bernhard Zeller, a.g.e., s. 76.
4 Bernhard Zeller, a.g.e., s. 69.
5 Bernhard Zeller, a.g.e., s. 83.
6 Bernhard Zeller, a.g.e., s. 17.
7 Bernhard Zeller, a.g.e., s. 91.
8 Bernhard Zeller, a.g.e., s. 78.
9 Bernhard Zeller, a.g.e., s. 106-107.
10 Hermann Hesse’nin Mektupları, Çev. Dr. Battal İnandı, Kültür ve Turizm Bak. Yay., Ankara: 1983, s. 19.