Kelimeler anlamını zamana karşı ve zamanla birlikte kazanır. Olaylarla anlamlarını ziyadeleştirir, olgusal bir hakikate tekabül ederler. Zamana ve mekâna tutunur fakat en nihayetinde her ikisini de aşarak gerçek anlamlarına erişirler. Onlara omuz veren, insan ve insandan sâdır olan eylemlerdir. Kimi kelimeler de vardır ki tek tek insanlara değil bir topluma münhasır kılınmış, bir milletin bilincinde hakikatine ulaşmıştır. Bağımsızlık ve istiklal dediğimizde Türk milletini yekten kuşatan bu kelimelerin bir milletin kaderiyle ortak olması gibi, yeryüzünde varlık gösteren pek çok milletle kardeş kılınmış kelimeler vardır. Göklerde bayrağı dalgalanmadıkça, minarelerde ezan sesleri yükselmedikçe, Yahya Kemal Beyatlı’nın “Türkçe ağzımda annemin ak sütü gibidir.” dediği dili özgürce konuşulmadıkça kendini bağımsız saymayan Türk halkı, değerleri uğruna savaşmayı, gerekirse canını feda etmeyi göze almış bir millettir. Bu nedenle tarihte olduğu gibi bugün ve gelecekte de adı bağımsızlıkla birlikte anılacak, “Ya istiklal ya ölüm!” bir milletin kimliğinde kendi hakikatini bulacaktır.
Orta Asya’dan Anadolu topraklarına uzanan Türk tarihinde bağımsızlık hem tek tek olayların ardında yatan asıl etkendir hem de olgusal bir gerçekliği işaret eder. Zira Türk milleti toprakla ilişkisini kutsal bir zemine oturtmuş, toprağı şehit kanıyla sulayarak vatan kılmış, Malazgirt’le yurt edindiği, Mohaç’la hudutlarını tayin ettiği ve Meydan Muharebesi’yle canı pahasına koruduğu bu toprakları gelecek nesillerin uhdesine tevdi etmiştir. Türk milleti göklerde dalgalanan bayrağı için bin yıldır tutunduğu topraklarda sadece haricî değil dâhili düşmanlarıyla da çetin bir mücadeleye girişir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün hitabesinde de makes bulan bu ifade, vatanının kutsiyetine ihanet edenleri bedhah olarak nitelendirir. Millî tarihimizin bize gösterdiği bir gerçek daha vardır ki yaşadığımız coğrafyanın bedhahları hiç de az değildir. Üstelik Gazi’nin de işaret ettiği gibi onun izini sadece dışarıda değil içeride de aramak gerekir. Gazi, tam bağımsızlığa önem vermiş, sadece siyasi anlamda değil iktisadi hayatta da varlığını koruyan bir devletin bağımsız olabileceği gerçeğinin altını çizmişti. Siyasi, askerî ve ekonomik anlamda tam bağımsız bir Türkiye ancak kendi savunma sanayiini geliştiren, denizleri demirden, gökleri çelikten kanatlarla donatan, toprağın altında yatan zenginlikleri kendi teknolojik ve endüstriyel hamleleriyle işleyen bir ülke olma yolunda ilerleyecekti. Geçmişte Anadolu’ya cephane taşıyan Gülcemal vapurunun seferlerini sabote etmeye kalkışanlar, bugün denizlerde varlık gösteren TCG Anadolu’yu gölgelemeye çalışıyorlar.
Bir zamanlar sadece hayal olan pek çok teknolojik hamleyi millî bilincin harladığı ateş ve coşkuyla başlatan Türkiye, yüzüncü yılını kutlarken mevcut gelişmelerden hoşnut olmayanların sesi elbette çıkacaktır. Dâhili ve haricî bedhahların dikkatini çeken hiç şüphesiz kendi olma bilincinin göklerdeki ay yıldızımız kadar bağımsızlığımıza işaret etmesi ve Türkiye yüzyılının millî şuur üzerinde şekillenmesidir.
Siyasi alanda varlık mücadelesini veren ve vermeye de devam eden milletler için kültürel ve sosyal hayatta da kendilik bilincini korumak, yerli ve millî olana kol kanat germek önemlidir. Ötekinin hayalini kuranlar kan kaybedip giderek zayıf düşse de millî bilince sahip çıkanların rehavete kapılmaması gerekir. Bu bağlamda toplumumuzu domino eden sanatkârlar, kanaat önderleri ve münevverlere büyük sorumluluklar düşer. Zira bir entelektüel öncelikle içinde yaşadığı toplumu anlamaya, anlamlandırmaya çalışır, analiz ederken temkinli bir dil kullanır, rijit söylemlerden kaçınarak önermelerini sağlam, sürdürülebilir ve gerçekçi bir zemine oturtur. Fikirlerini ütopyanın engin dünyasına has kılarak zaman ve mekândan, bilhassa yaşayan insandan uzaklaştırmaz. Aksine olay-olgu dengesini gözeterek bir yandan ideal toplumu zihninde inşa ederken diğer yandan içine doğduğu toplumu daima daha müreffeh bir seviyeye taşıma gayreti gösterir.