Bundan çok değil yirmi yıl önce, gündelik hayatı içerisinde bir insanın duyacağı haber, tanıyacağı insan, sahip olacağı malumatın sayısı onu geçmemekteydi. Dikkatini vereceği meseleler genellikle hayatın akışı içerisinde gerçekleşen olaylar olurken; insanı heyecanlandıran, üzen ve bu duyguları uzun süre içinde taşımasını da sağlayacak bir sakinlik ve düzen içerisinde günlerini geçirmekteydi. Yaşadığı mahallenin sınırları içerisinde olup bitene hâkim, kendinden uzak bölgelerde yaşanan büyük acılara ise şahit olarak yazılırdı. O da şahit sayılacağı olayın büyüklüğünün dilden dile yayılmasıyla olacak bir durumdu.
İnsan, yaşadığı hayatın hem merkezindeydi hem de izleyicisiydi. Duyguları, olayları, kişi ve haberleri hemen tüketmesine gerek yoktu çünkü dikkatini dağıtacak, ondan dikkatini daha çok isteyecek ya da onu kendisine bağımlı kılarak varlığını devam ettirecek iktisadi teşebbüslerin olmadığı bir dünyada yaşıyordu. Çıkacak bir filmi, kitabı, kazanılacak bir zaferi aylarca heyecanla bekleyebiliyor; yaşanan acıları, kayıpları sağlıklı bir yas süreciyle uzun süre ruhunda taşıyabiliyordu. Kendisi ile bir diğerine dair ayrıma girmesine gerek olmayacağı, farklı hayatların inşa edilmiş kusursuzluğunu gerçek görmeyeceği bir anlam algısı vardı.
Bugün bizler, hemen her duygusu akış içerisinde hızla kaybolan içeriklerin süresi kadarınca tadıyor, bilmediğimiz hayatların “güzelliklerine” sürekli şahit oluyor, acıyı ve sevinci aynı hızla tüketiyor, heyecanlandığımız durumları paylaşabildiğimiz ve aldığı beğeni sayılarının çokluğu kadar anlamlı buluyoruz. Eskiden bir hayatı yaşar ve hayata şahit olurken artık bir hayatı inşa etmeye, imaj kaygısıyla dolu bir şekilde anlamlar üretmeye, herkesin gezdiği sokaklarda yer alan profillerimizin vitrinlerinde dikkat çekici, parlak içerikler üretmeye yarayacağını umduğumuz eylemlere girişmeye başladık. Çünkü artık dikkat çekmek, hiç olmadığı kadar kolay olmakla birlikte o kadar da imkânsız bir durum hâline geldi. Çünkü artık hepimiz vitrindeyiz ve sokaklardan geçen insanların kafasını kaldırıp bir şeylere bakmaya vakti yok.
Andy Warhol’a ait olduğu söylenen “Bir gün herkes on beş dakikalığına meşhur olacak.” sözü, bugün hepimiz için geçerli. Elbette on beş dakikalık süre herkes için artık çok uzun bir süre. Hem zihinde kalmak hem de insanların sonuna kadar izleyeceği içerik üretmek için tercih edilmeyen bir süre. İyi bir içeriğin, -platforma göre değişse de- ideal süresinin yedi saniye, bir dakika ve on dakika olduğu dünyamızda, hepimiz bir dakikalığına bile olsa ünlü oluyoruz. Attığımız bir tweet tanımadığımız insanların akışına düşüp onlardan beğeni alıyor. Çektiğimiz bir video, mesajlaşma uygulamalarında insanlar tarafından birbiriyle paylaşılıyor. Bütün bunlar insanların sadece beş dakikasını alıyor. Beş dakika sonra her şey yine büyük bir anlamsızlığa bürünüyor ve insan büyük bir boşluğa düşüyor. Yaşadığımız yeni hayatlar bir şeye uzun uzun bakmayı, bir şeyin sesini duyumsayıp ona cevap vermeyi, anlamlı hayaller kurup o hayaller için çabalamayı, elimizdekilerin farkına varmayı, onlarla mutlu olup anlamlı hayatlar kurgulamayı zorlaştırıyor. Çünkü bugün hepimiz hızlı bir akıştayız. Herkesin sokaktaki profilinin dışında yeni profilleri, adları, kimlikleri ve hobileri var. Gerçekte hangi profilimiz gerçek, hangisi biziz bilmiyoruz. Çünkü oluşturulmuş bu profiller içerisinde herhangi bir engelle karşılaşmadan dilediğimiz gibi hareket edebildiğimize inanıyoruz.
Kurulan her yeni sosyal ağın ilk kullanıcıları olarak fenomen olmak, çıkan her coin’in ilk yatırımcısı olarak zengin olmak, yaşanan her olayın ilk haber vereni olarak viral olmak istiyoruz. Çünkü hayat, bizim kaçırdığımız ama başkalarının yakaladığı fırsatların sürekli önümüzden geçtiği bir oyun sahasındaymış gibi yaşanıyor. Bir ağacın altında gölgelenmek kadar bir süre biçilen hayatımıza bakışımız, ağaçların meyvelerinden elde edilecek menfaati ıskaladığımız düşüncesiyle pişmanlıklar, geç kalınmışlıklar, keşkeler ve acabalar içerisinde heder oluyor.
Yıllar önce fotoğraf albümleri biriktirip günlük tutarken şimdi tüm an ve anılarını sanal asistanlarının belleklerine yükleyerek aslında anılarını birer kod parçasına dönüştürerek internet dünyasının veri yığınlarını artıran insan, yaşadığı şimdinin geçmişe göre daha anlamsız olduğu gerçeğini görse de bu döngüden kendisini bir türlü çekip alamıyor. Yaşadığı anı duyumsamak yerine duyurmak, gördüklerini anlamak yerine anlatmak, düşündüklerini hissetmek yerine kayda almakla anı boşa geçiren insan, anı biriktirmeyi de imkânsız hâle getirerek aslında köksüz, hafızasız ve anlamsız bir yaşam kurguluyor kendisi için. Bu girdaptan çıkmak istediğinde; herkesin kendisini izlediği, sınırları belirlenmiş, karşılaştığı şeylere önceden karar verilmiş, cümleleri belirlenmiş insan, ne yazık ki Truman kadar cesur, onun kadar tüm bedellerini ödemeye hazır hâlde içine düştüğü karanlıktan çıkamıyor.