“büyük Ruhlar Farklı Çağlarda, Farklı Dillerde, Farklı Tür ve Şekillerde Sanki Hep Aynı Şeyi Söylüyorlar.”

Divan edebiyatı, eski Türk edebiyatı, klasik Türk edebiyatı… Adına ne dersek diyelim, bin yıldan fazla devam etmiş bir edebiyatımız var. Nasıl ki her metin anlaşılmak için U. Eco’nun tabiriyle “örnek okur”unu bekliyorsa hayattan kopuk olmakla suçlanan bu edebiyatımız da örnek okurlarını bekliyor. Peki, örnek okur olmak için işe nereden başlamak gerekir? Ahmet Hamdi Tanpınar bunun nasıl bir yöntemle olacağına dair bir ipucu veriyor bize, “Shakespeare’e hazineye girilir gibi girilir.” diyor. Biz kendi edebiyatımıza, bir Fuzuli’ye bir Baki’ye, hazineye girer gibi girebiliyor muyuz? Mimar Sinan’ın taşla yaptığını Baki kelimelerle yapmıştır, diyebiliyor muyuz?

Öyle görünüyor ki hakikati çalınmış bir edebiyat var karşımızda. Yıllarını bu alana vermiş çok kıymetli Dursun Ali Tökel Bey ile çalınan bu hakikatlerin peşine düşüyoruz bu ay.

Klasik Türk edebiyatımızın maalesef genelgeçer yargılarla yaftalanmış bir bahtsızlığı var. Karahanlılardan başlatacak olursak yaklaşık bin yıl devam eden bu edebiyat, Tanzimat’tan sonra bir köşeye atılmış, hayat ve hakikatten kopuk olmakla suçlanmıştır. Dursun Ali Bey, otuz yılı aşkın süredir bu edebî metinlerle iştigal eden biri olarak bize açıklayabilir misiniz, gerçekten klasik Türk edebiyatı hayattan kopuk mudur?

Bir şeyin bir şeyde veya bir yerde olmadığını söylemek için iki şeyi iyi bilmek gerekiyor: Birincisi, olmadığını söylediğimiz şeyi iyi bilmeliyiz, ikincisi de olmadığını söylediğimiz şeyin olmadığını iddia ettiğimiz yeri iyi bilmeliyiz. Bir şeyin “yok”luğunu ispat etmek neredeyse imkânsız gibidir, ama bir şeyin varlığını iddia ve ispat etmek çok daha kolaydır. Mesela biri diyor ki, evde iğne yok. Yahu bütün evi kıyı bucak aradı da mı bunu söylüyor acaba ki bu da çok zor bir ihtimaldir.

Bunun gibi “Divan şiirinde hayat yok.” diyen insanın da iki şeyi çok iyi biliyor olması lazım. Birincisi “divan şiiri” nedir, onu çok iyi bileceksiniz ki mevcut şartlarda bu mümkün değil, zira “divan şiiri” diye adlandırdığınız şey bir defa asla divanlardan ibaret değil, hatta mesneviler yanında divanlar azınlıkta kalır. Yani şimdi siz, sayıları binleri bulan divanları, sayıları on binleri bulan mesnevileri vesair eserleri, onlarda mündemiç yüzbinlerce mısraları, beyitleri inceleyip hayata rastlamadınız da mı böyle bir iddiada bulunuyorsunuz? İkincisi divan şiiri dediğimiz edebiyat çağlarının “hayatını” çok iyi bileceğiz. Şimdi biz divan şiirinin yazıldığı çağların hayat tarzını çok iyi biliyoruz da mı bu iddiayı ileri sürüyoruz? Bu mevcut şartlarda mümkün mü? “Muhteşem Yüzyıl” dizisi yayınlanırken tarihçiler pek çok itirazlarda bulunmuştu. Bazıları şunlardı: Eğer sarayda kadınlar o kıyafetle gezseydi hepsi zatürreden ölürdü. Padişahlar öyle mum ışığında, ailesiyle romantik yemekler yemezlerdi, güvenlik gereği daima yalnız yerlerdi vb.

Osmanlı Dönemi romanları yazanların sergilediği pek çok cahiliyet, o dönemlerin hayatını ne kadar tanıdığımızı ortaya koyuyor: XIII. yüzyıl romanı yazanlar, çok daha sonraları Amerika’nın keşfiyle dünyaya yayılan patates, domates, patlıcan yediriyorlar dervişlere...

Bir edebî eserin hayattan kopuk olması mümkün mü? Eğer Fuzuli şiirlerinde füzelerden, uçaklardan veya kil tabletlerden, çivi yazısından bahsetseydi hayattan kopuktu derdik. Öte yandan şair imge yaratmak için muhakkak somutlamalarda bulunacak demektir ki o somutlamalar da kendi etrafındaki dünyanın nesneleridir ve bu anlamda hayattan kopuk olmak bir sanatçı için imkânsızdır, muhaldir.

Kendileri bu büyük edebiyattan kopuk olanlar, bu edebiyata hayattan kopuk diyorlar, mesele budur.

Klasik Türk edebiyatı, divan edebiyatı, eski Türk edebiyatı… Edebiyatımıza neden farklı isimler verme gayreti içine girmişiz de sadece Türk edebiyatı dememişiz? İtalyanlar, eski İtalyan şair Dante, İngilizler, eski İngiliz şair Shakespeare demiyorken biz neden divan şairi Fuzuli diyoruz mesela?

Eski zamanlarda adamın birisi eşinden boşanmak için mahkemeye müracaat etmiş. Kadı, adama “Kaç yıllık evlisiniz?” diye sormuş. Adam da “On yıllık evliyiz.” demiş. Kadı tekrar sormuş: “Hanımınızın adı nedir?” Adam da “Bilmiyorum.” demiş. O zaman Kadı Efendi kızmış: “İnsan on yıllık hanımının adını bilmez mi?” Adam biraz da korkuyla cevaplamış: “Valla Kadı Efendi insanın geçinmeye niyeti olmayınca adını da merak etmiyor işte!”