Divan edebiyatı, eski Türk edebiyatı, klasik Türk edebiyatı… Adına ne dersek diyelim, bin yıldan fazla devam etmiş bir edebiyatımız var. Nasıl ki her metin anlaşılmak için U. Eco’nun tabiriyle “örnek okur”unu bekliyorsa hayattan kopuk olmakla suçlanan bu edebiyatımız da örnek okurlarını bekliyor. Peki, örnek okur olmak için işe nereden başlamak gerekir? Ahmet Hamdi Tanpınar bunun nasıl bir yöntemle olacağına dair bir ipucu veriyor bize, “Shakespeare’e hazineye girilir gibi girilir.” diyor. Biz kendi edebiyatımıza, bir Fuzuli’ye bir Baki’ye, hazineye girer gibi girebiliyor muyuz? Mimar Sinan’ın taşla yaptığını Baki kelimelerle yapmıştır, diyebiliyor muyuz?
Öyle görünüyor ki hakikati çalınmış bir edebiyat var karşımızda. Yıllarını bu alana vermiş çok kıymetli Dursun Ali Tökel Bey ile çalınan bu hakikatlerin peşine düşüyoruz bu ay.
Klasik Türk edebiyatımızın maalesef genelgeçer yargılarla yaftalanmış bir bahtsızlığı var. Karahanlılardan başlatacak olursak yaklaşık bin yıl devam eden bu edebiyat, Tanzimat’tan sonra bir köşeye atılmış, hayat ve hakikatten kopuk olmakla suçlanmıştır. Dursun Ali Bey, otuz yılı aşkın süredir bu edebî metinlerle iştigal eden biri olarak bize açıklayabilir misiniz, gerçekten klasik Türk edebiyatı hayattan kopuk mudur?
Bir şeyin bir şeyde veya bir yerde olmadığını söylemek için iki şeyi iyi bilmek gerekiyor: Birincisi, olmadığını söylediğimiz şeyi iyi bilmeliyiz, ikincisi de olmadığını söylediğimiz şeyin olmadığını iddia ettiğimiz yeri iyi bilmeliyiz. Bir şeyin “yok”luğunu ispat etmek neredeyse imkânsız gibidir, ama bir şeyin varlığını iddia ve ispat etmek çok daha kolaydır. Mesela biri diyor ki, evde iğne yok. Yahu bütün evi kıyı bucak aradı da mı bunu söylüyor acaba ki bu da çok zor bir ihtimaldir.
Bunun gibi “Divan şiirinde hayat yok.” diyen insanın da iki şeyi çok iyi biliyor olması lazım. Birincisi “divan şiiri” nedir, onu çok iyi bileceksiniz ki mevcut şartlarda bu mümkün değil, zira “divan şiiri” diye adlandırdığınız şey bir defa asla divanlardan ibaret değil, hatta mesneviler yanında divanlar azınlıkta kalır. Yani şimdi siz, sayıları binleri bulan divanları, sayıları on binleri bulan mesnevileri vesair eserleri, onlarda mündemiç yüzbinlerce mısraları, beyitleri inceleyip hayata rastlamadınız da mı böyle bir iddiada bulunuyorsunuz? İkincisi divan şiiri dediğimiz edebiyat çağlarının “hayatını” çok iyi bileceğiz. Şimdi biz divan şiirinin yazıldığı çağların hayat tarzını çok iyi biliyoruz da mı bu iddiayı ileri sürüyoruz? Bu mevcut şartlarda mümkün mü? “Muhteşem Yüzyıl” dizisi yayınlanırken tarihçiler pek çok itirazlarda bulunmuştu. Bazıları şunlardı: Eğer sarayda kadınlar o kıyafetle gezseydi hepsi zatürreden ölürdü. Padişahlar öyle mum ışığında, ailesiyle romantik yemekler yemezlerdi, güvenlik gereği daima yalnız yerlerdi vb.
Osmanlı Dönemi romanları yazanların sergilediği pek çok cahiliyet, o dönemlerin hayatını ne kadar tanıdığımızı ortaya koyuyor: XIII. yüzyıl romanı yazanlar, çok daha sonraları Amerika’nın keşfiyle dünyaya yayılan patates, domates, patlıcan yediriyorlar dervişlere...
Bir edebî eserin hayattan kopuk olması mümkün mü? Eğer Fuzuli şiirlerinde füzelerden, uçaklardan veya kil tabletlerden, çivi yazısından bahsetseydi hayattan kopuktu derdik. Öte yandan şair imge yaratmak için muhakkak somutlamalarda bulunacak demektir ki o somutlamalar da kendi etrafındaki dünyanın nesneleridir ve bu anlamda hayattan kopuk olmak bir sanatçı için imkânsızdır, muhaldir.
Kendileri bu büyük edebiyattan kopuk olanlar, bu edebiyata hayattan kopuk diyorlar, mesele budur.
Klasik Türk edebiyatı, divan edebiyatı, eski Türk edebiyatı… Edebiyatımıza neden farklı isimler verme gayreti içine girmişiz de sadece Türk edebiyatı dememişiz? İtalyanlar, eski İtalyan şair Dante, İngilizler, eski İngiliz şair Shakespeare demiyorken biz neden divan şairi Fuzuli diyoruz mesela?
Eski zamanlarda adamın birisi eşinden boşanmak için mahkemeye müracaat etmiş. Kadı, adama “Kaç yıllık evlisiniz?” diye sormuş. Adam da “On yıllık evliyiz.” demiş. Kadı tekrar sormuş: “Hanımınızın adı nedir?” Adam da “Bilmiyorum.” demiş. O zaman Kadı Efendi kızmış: “İnsan on yıllık hanımının adını bilmez mi?” Adam biraz da korkuyla cevaplamış: “Valla Kadı Efendi insanın geçinmeye niyeti olmayınca adını da merak etmiyor işte!”
Birisi tarih, kültür, inanç, gelenek ve görenekleri sevmeyecekse bir kulp buluyor işte. Osmanlının tarihine, kültürüne, alfabesine, dil ve eğitim sistemine karşı çıkıp da edebiyatını sevecek hâlleri yoktu elbette. Fuzuli kendisine “Ben Fuzuli, divan şairiyim.” demiyordu. Âşık Ömer kendisine “Ben Âşık Ömer, halk şairiyim.” demiyordu. Yahya Kemal Nedim’i de Fuzuli’yi de Karacaoğlan’ı da hep “âşık” olarak anar. Onlar “aşkın şairi” idiler, hatta doğrudan “âşık”tılar. Yahya Kemal’e göre “halk” da “divan” da “tekke” de aynı büyük ummana akan ulu ırmaklardı. Bu edebiyatlarla arası hoş olmayanlar bunları bölük pörçük ettiler. Birine divan edebiyatı dediler, birine halk edebiyatı dediler, birine tekke edebiyatı dediler, birine âşık edebiyatı dediler. Sanki bunlar birbirine karşıymış gibi gösterdiler. Bu büyük edebiyatı benimsemeyelim diye her tedbiri aldılar. Sonuçta her şey dediler ama bunlara bir türlü “Türk edebiyatı” diyemediler. Bunu diyemeyince de maalesef bu büyük hazineden zerrece nasiplenemediler. Çünkü benimseyemediğiniz şey sizin olmaz. Bu yüzden Tanpınar hayıflanarak der ki: “Avrupa’da edebiyat, vizyonlarıyla kesintisiz devam eder. Ama biz tarihimizi beş defa kestik. Kendimizden beslenemiyoruz.” Beslenemeyenler kimi, nasıl besleyebilecek ki?
Oğuz Atay Günlükler’inde “Biraz okumalıyım gibi geliyor bana. Eski Türk edebiyatı ile ilgili…” der. Edebiyat, özellikle de eski edebiyat sadece estetik bir obje midir, yoksa onun tarihsel, toplumsal kültürel başka işlevleri de var mıdır? Oğuz Atay’ın eski Türk edebiyatını okumaya gereksinim duyması nasıl yorumlanabilir?
İnsanlığı derinden etkilemiş büyük sanatkârların en önemli özelliklerinden biri de “hikmet”in; insanı derinden kuşatan “anlaşılmazlık” ve “gizem”in peşinde olmalarıdır. Divan edebiyatının en baş düşmanlarından biri olan Nurullah Ataç, kendisi deli gibi divan şiiri okurken bu edebiyatın yasaklanmasını da canıgönülden arzuluyordu. Soranlara da şöyle diyordu: “Eski şiirimizi, divan şiirini, bilirsiniz, severim, çok severim. Bir yandan da kızarım ona, onu sevdiğim için kendime kızarım. Kapatmalıyız artık o edebiyatı, büsbütün bırakmalıyız, unutmalıyız, öğretmemeliyiz çocuklarımıza. Onu sevdikçe, Fuzuli, Baki, Naili gibi şairleri okuyup bir tat duydukça, çocuklarımıza da belleteceğiz, sevdireceğiz diye uğraştıkça Doğulu olmaktan silkinemeyeceğiz, kurtulamayacağız, Batı acununa gerçekten karışamayacağız.” (Karalama Defteri, YKY, s. 97)
Nurullah Ataç’ın sözünden anlıyoruz ki gençler bu edebiyatı okursa ruhsal ve geleneksel köklerine bir aşinalık kesbedebilir, maazallah onu sevebilir! Bu çarpık düşünceyi dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir kimseye izah edemezsiniz. Düşünsenize, İngiltere’de Shakespeare’i yasaklıyorlar sebep olarak da İngiliz gençlerinin onu sevme ihtimalini gösteriyorlar! Böyle bir facia olabilir mi?
Sadece kendisini değil, hayatının romanını yazdığı -Bir Bilim Adamının Romanı- hocası Mustafa İnan da klasik edebiyatımızı pek ziyade seven, sürekli Fuzuli ve sair şairlerimizden beyitler okuyan birisiydi. Oğuz Atay’ın bu aziz hocasının teselli dünyasında kendisine de bir sığınak bulduğu anlaşılıyor. Divan şiirinin hikmetini bir hediye, bir armağan gibi ruhlara serpiveren görkemli dinginliğine, bütün mustarip ruhların en emin limanlarından birine bir yol arıyordu demek ki.
Yahya Kemal bile, daha otuzlu yılların başında şunu demişti: “Türklerin manevi bir hayatı varken bir edebiyatları da vardı. Ne zaman bir manevi hayatımız olursa o zaman yine bir edebiyatımız olacak.” Demek ki biz bu sözün söylendiği zamanlarda maneviyatımızı ve dolayısıyla edebiyatımızı kaybetmiştik. O büyük ruhlar da edebiyatımızın olduğu zamanlara iltica ediyorlardı.
Sadece bu değil tabii ki; bilindiği gibi Oğuz Atay’ın en büyük hayallerinden, projelerinden biri de “Türkiye’nin Ruhu” adlı bir roman yazmaktı. Bunun için pek çok not da biriktirmişti ama ömrü vefa etmedi, çok genç yaşta kaybettik onu. Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra bin yıllık çağın ruhunu sadırlardan satırlara döken o büyük edebiyatımızı bilmeden “Türkiye’nin Ruhu”nu yazmak mümkün olabilir miydi? Tabii ki hayır.
Onun bir sözü vardır: “Hiç şiir okumamış kadar kötüsünüz!” Demek ki “kötü olmamak” ya da “kötü kalmamak” için elzem olan şiirin nerede olduğunu çok iyi biliyordu.
Dursun Ali Bey, Divan Şairi Diyor ki isimli kitabınızda şöyle bir cümleniz var: “… zamanla fark ettim ki bütün kitaplar sanki el birliği etmiş, bir tek kitabı açıklamak için yazılıp duruyordu.” Sizi böyle bir kanaate vardıran şey nedir? Bu meseleyi biraz açabilir miyiz?
Sadi’yi okuyorsunuz, Mevlana’yı, Yunus Emre’yi ya da Fuzuli’yi, Shakespeare’i, Nabi’yi, Karacaoğlan’ı, Âşık Ömer’i veyahut da Şeyh Galip’i, Goethe’yi, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Borges’i, Yahya Kemal’i, Tanpınar’ı, Sezai Karakoç’u okuyorsunuz, bir bakıyorsunuz, bu büyük ruhlar farklı çağlarda, farklı dillerde, farklı tür ve şekillerde sanki hep aynı şeyi söylüyorlar. İnsanın gizemine, anlaşılmazlığına, karmaşıklığına, ıstırap ve sevinçlerine, arayıp da bulamadıklarına, bulduklarını aradıkları zannettikleri andaki hayal kırıklıklarına; mutluluğun dışarıda değil, insanın ancak içinde bulunabilineceğine... Bunlar tesadüf olamaz elbette. Yunus Emre’nin dediği gibi: “Cümle şair dost bahçesi bülbülü.” Fakat bunu anlamak için çok geniş bir okuma yelpazenizin olması lazım.
Tabii ki bu mesele Ömer Hayyam’a atfedilen şu ezelî hakikat dışında okunmamalıdır. Ömer Hayyam bir gün Batlamyus’un astronomiye dair kitabı olan Magistos’u okuyormuş. Birisi ona ne okuduğunu sormuş. O da “Magistos’u okuyorum” dememiş de şöyle söylemiş: “Evelem yenziru ile’s-semâî ayetinin tefsirini okuyorum.” Ne müthiş bir cevaptır! Yani Ömer Hayyam’a göre, müşrik ve putperest bile olsa Batlamyus’un yazdığı astronomi kitabı “Onlar göklere bakmazlar mı?” ayetinin bir tefsiri idi. Hakikaten de öyle değil mi?
Dede Korkut’ta Boğaç Han’ı kırk günde iyileştiren çiçekten, altın yapraklı, dokuz köklü mübarek kayın ağacından bahsedilir; divan şiirinde lalenin bağrındaki siyah leke sevgiliden kalan bir hatıradır ya da Yunus Emre “Hep baharlar açılır, tespih okur çiçekler.” der. Şüphesiz bunun gibi pek çok örnek, klasik Türk edebiyatında tabiatın maneviliğini gösterir. Günümüz edebî eserlerinde tabiatın yerini sorsam ne dersiniz? Bir ağaca ya da bir çiçeğe olan bakış değişmiş midir? Kadim medeniyetlerin temel ilkelerinden biri olan tabiatın maneviliği, modern insan için bir anlam ifade ediyor mu?
Gözden ırak olan gönülden de ırak oluyor işte. Modern edebiyatçımız ne kadar tabiatla iç içe ki eserine oradan imgeler devşirsin? Klasik şairlerimiz; şehirlisi olsun, kırsalda yaşayanı olsun tekkede veya medrese meskûn olanı olsun tam da tabiatın kucağında idi. Fuzuli’nin çiçeklerle olan muhabbeti Karacaoğlan’dan az değildir ve hatta imgece belki daha da fuzûndur.
Modern edebiyatçı devasa kentlerde, insanın artık bir nesne hâline geldiği şehirlerde anlatsa anlatsa ancak bir kaldırımda ayakta kalmak mücadelesi veren bir “ot”u anlatabiliyor. Bir duvardan nasılsa başını çıkarabilmiş bir çiçeğin “zafer”ini kutluyor. Bunları laf olsun diye söylemiyorum. Yaşayan en büyük hikâyecimiz olan Mustafa Kutlu’nun “Dürbünlü Çiçek” hikâyesinin şu son cümlelerinden mülhem söylüyorum:
“Derenin şırıltısı kesildi. Rüzgâr sustu.
Kuşlar, ağaçlar, bulutlar, meyveler, serviler, tepeler, dağlar her şey, her şey kayboldu. Ortada hiçbir şey kalmadı. Hiç.
Bir çocuk, bir eflatun kahkaha çiçeğinin dürbününden bakmış ve bir serap görmüştü. Hepsi bu…”
“Rüya”, Doğu nazarında hem kutsal hem gizemli, gerçek dünyayı işaretleri ile yönlendiren bir alan. Batı içinse bütünüyle aynı şeyleri söyleyemiyoruz. Orada hayatın dışına itilen rüya, sanrılar şeklinde yorumlanıyor çoğu zaman. Bu durumun edebiyata yansımalarını sorsam ne dersiniz?
İnsanın, kimine göre bir hadis, kimine göre de Hz. Ali’nin bir vecizesi olan “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.” sözünü duyunca, bırakın edebiyatı, hayatın bütününü rüya dışında düşünmesi imkânsız hâle geliyor. Sadece edebiyatımız değil, hiçbir şeyimiz rüyadan bağımsız değil. Biz, rüyayı bir sanrı olarak düşünen Batılı toplumların esiri olmazdan evvel “Sahih rüya, nübüvvetin kırk altı cüz’ünden biridir.” hakikatiyle bize büyük bir müjde veren Peygamberimizin ümmetiydik. Hamdolsun hâlâ ümmetiyiz ama bu büyük hakikat pınarından koptuk.
Tarihte pek çok büyük eserin yazımı hep rüyalara atfedilir. İbni Arabi, tarihin en tartışmalı eserlerinden biri olan ve üzerine onlarca şerhler yazılan Füsusu’l-Hikem adlı eserini Peygamberimizin ona rüyasında bir ikram olarak verdiğini ve bunun üzerine yazdığını söyler. Dante İlahi Komedya adlı Batı medeniyetinin en mühim eserlerinden birini, bir rüya âlemi sadedinde, yakaza hâlinde kaleme aldığını söyler.
Niyazi-i Mısri, Yunus Emre’nin “Çıktım erik dalına anda yedim üzümü” mısraı ile başlayan meşhur şathiyesi için yazmış olduğu eşsiz şerhinin doğruluğunu Yunus Emre hazretlerine rüyasında tasdik ettirir. XVII. yüzyıl şairlerimizden Veysi, I. Ahmed’i bazı konularda uyarmak ister. Bunun için de Habname adlı eseriyle rüya âleminde yaşamış olduğu bir macerayı kurgulayarak anlatmayı seçer. Bu müthiş eseri okuduğunuzda kurgulanmış görkemli bir rüyalar silsilesi ile baş başa kalırsınız. (Keşke bunun filmi çekilse, Ya Rabbi ne ihtişamlı olurdu!) Daha sonra Namık Kemal’in ve Ziya Paşa’nın Rüya adlı eserleri, hiciv geleneğini kurgu rüyalarla devam ettirir.
Shakespeare’e atfedilen bir söz var: “Hepimiz rüyaların yapıldığı maddedeniz.” Artık rüya hangi maddeden yapıldı ise! Edebiyatı -ya da hayatı diyelim- rüyadan ayırdığınız zaman elimizde sadece bir ceset kalır.
Divan şiirindeki mitolojik unsurlara dair oldukça ilgi çekici çalışmalarınız var. Hocam bu kapsamda size bir kuşu, “Hüma” kuşunu sormak istiyorum. Sembolik kuşlar içinde adı sıklıkla geçen bu kuşun divan şiirinde yüklendiği anlamlardan ve bu anlamların günümüz diline yansımalarından bahsedebilir misiniz?
Yer ve zaman kısa, mesele hayli uzun. Kültürümüzde çok kadim inançlardan biri de Hüma kuşu ile ilgili olandır. Bir gün bu kuşun metaforik anlamıyla ilgili sırlar dolu kıssayı bana babam anlatmıştı. Ona da şeyhleri anlatmış: “Hüma kuşu gökte uçar, hiç yere konmaz. Peki bu kuş nasıl neslini devam ettirir? Tabii ki yumurtlayarak. Ama o yumurtlayınca yumurtası da yere düşer ve yok olur. Buna mâni olan nedir? Kuş yumurtlar ve hemen yere doğru düşmekte olan yumurtasına nazar eder. Bakışını yumurtadan bir an bile koparmaz. Onun bakışları sonucunda yumurta nazar ile çatlar ve içinden çıkan yavru da başlar uçmaya. Eğer Hüma kuşu yumurtadan nazarını bir an bile koparsaydı yumurta yere düşüp paramparça olurdu.” Daha sonra Şeyh Efendi müritlere soruyor: “Şimdi buna aklınız pek yatmadı değil mi?” Peki bu kıssa niye anlatılıyor biliyor musunuz? Bu kıssa bir misal olsun diye anlatılır. Neye misal? İşte tıpkı bu kuşun hâli gibi Allah da âlemden nazarını bir an çekse, âlem helak olur. Şeyh de müridinden nazarını bir an çekse mürit helak olur. Hüma kuşu kıssasından murat budur.
Bu kelimenin kültür ve edebiyatımızda eşsiz tecellileri vardır ki bunun için müstakil kitaplar lazım. Padişahlar ve onların çeşitli eylemleri için kullanılan “hümayun” kelimesi de “kutlu, mübarek” anlamına buradan neşet eder. Hüma’nın gölgesi bir insanın üzerine düşse o kişi ebedî saadete kavuşur, ama padişahların taçları bu kuşun yuva yaptığı yerdir; yani onlar ebedî saadetin simgeleridir.
Hüma’sı olmayanlar da kargalarla idare ederler vesselam.
Son olarak divan şiirinde mühim bir yeri olan aşağıdaki efsanevi şahıslara dair ilk aklınıza gelenleri birkaç cümleyle ifade etmenizi istesem neler söylersiniz?
Asaf: Süleyman Peygamber’in veziri. Vezirlik makamının ebedî ve şaşmaz sembolü. Satrançta vezir taşı ve insanda akıl! Asaf’ı kendine vezir edenin sırtı yere gelmez, aklı kendine vezir edenin sırtı yer görmez!
Circis: Tam da Yunus Emre’nin dediği şu sözün hakikati olan kişi: “Her dem yeniden doğarız.” Circis, rivayete göre bir peygamber veya veli. Kendi çağının Nemrut’unu/Firavun’unu tebliğe gidiyor, onu kabul etmeyip öldürüyorlar. Sonra dirilip tekrar geliyor, bir daha öldürüyorlar. Her seferinde dirilip karşılarına dikiliyor. Şehitler ölmez, onları öldürdük zannederler ama onlar bir daha ölmemecesine hep yeniden dirilirler ve vakti saati geldiğinde yine karşılarına dikilirler.
Azer: Peygamber evladın, yani Hz. İbrahim’in kâfir ve müşrik babası. Bu da gösteriyor ki hidayet Allah’tandır. Allah, zalimden âlimi, âlimden de zalimi yaratmaya muktedirdir. Hidayet bizim dileğimiz ve talebimizle olmaz. İnsanların iç âlemini ancak Allah bilir.
Dahhak: İran mitolojisinin, omuzlarından çıkan iki yılanı beslemek için her gün onlara insan beyni yediren zalim hükümdarı. Şeytan bir gün kılık değiştirerek gelir ve Dahhak’ın omuzlarını öper. Oradan iki yılan çıkar, Dahhak dehşete kapılır. Şeytan bu sefer başka bir kılıkla gelir ve o yılanların şerrinden korunmak istiyorsa onlara her gün iki insan beyni yedirmesi gerektiğini söyler. Firdevsi’ye göre şeytanın amacı yeryüzünde bu usulle insan neslini yok etmektir. Dahhak, zulmün ve gaddarlığın sembolüdür ama bizim şairlerimiz der ki: Dahhak ile anlatılan hikâyeyi boş zannetme, senin “yılan nefsin” de her gün seni yemeye çalışmakta onun şerrinden nasıl korunacaksın, ona bak!
İskender: Dünyayı fetheden büyük cihangir, ama kendisini fethedemeyen zavallı!
Malik-i Derya: Bizim bugün “deniz kızları” dediğimiz varlıklar. Ve bizim bugün yine “afet” dediğimiz kelimenin kaynağı olarak yaratıklar. Denizcilerin korkulu rüyası sirenler!
Sokrates: En iyi bildiği şeyin bilmediği olduğunu söyleyerek bir şey bildiğini zanneden nobran kibirlilerin yüzüne birer Osmanlı tokadı nakşeden kahraman! İnsanın ne kadar çok şey bilmediğini anlaması için o kadar çok şey bilmesi gerekiyor ki! Bu yüzden “cehalet”in ne olduğunu ancak âlimler bilebilirler. Çünkü cahil, bilmeyen değil, bilmediğini bilmeyendir. Bilmediğini bilene de âlim derler.
Ferhat: Ferhat, “Buna âlem-i imkân derler / Olmaz! Olmaz! Deme! Olmaz, olmaz.” diyen divan şairini sonuna kadar haklı çıkaran kahramandır.
-Şirin’e kavuşmak için dağ mı devrilecek?
-Deviririz abi!
-Hedefe gidebilirsin ama, ama çok engel aşman gerekir!
-Aşarız abi!
-Bana bu mesele imkânsız deme! İmkânsız olmasa mesele olmazdı!
Mecnun: Biz, kendisini akıllı zanneden fâni zavallıların “deli” zannettiği, aklın maksadı hasıl etmeyeceğini anladığında aklı var edenin aklına sığınan dünyanın en “akıllı”sı.