“senden Geriye Kalır Yitirdiklerin”

Hiç kimseyi ayırıp seçmeden ısıttığını görüyorduk güneşin. Ve yağmurun herkes için indiğini. Sen ordaydın. Kimsenin fark etmediği bir yıldız ışığını yitiriyordu gökyüzünde, soğuyordu yavaş yavaş ve güzeldi hâlâ, çünkü sen ordaydın. Çayırların, denizlerin, dağların manzarasında, tan ağarırken tabiatın sessizliğinde, rüzgârın fısıltısında, önümüze boylu boyunca serilmiş toprağın göğsündeydin. Domur domur terleyen mor salkımlarda, üzüm bağlarında, bağ bozumlarındaydın. Bir rüzgâr esiyordu ve meyve ağaçlarından taçyapraklar düşüyordu savrularak. Bir meyvenin yeşil tomurcuğu başını gösteriyordu düşen çiçeklerin ardından. Çünkü sen ordaydın hâlâ ve düşmek öyle güzeldi o zaman. Bir tohum toprağın karanlığına gömülürken ve vakti gelip çatladığında, bir ağaca yahut başağa dönüştüğünde bir tohum, sen ordaydın. Toprağı işleyen çiftçiyle sabanın arasında nasır tutan el, senin elindi. Sürgünlüğümüzü, yurtsuzluğumuzu unutuyor ve dönüş yolunu aramayı bırakıyorduk çoğu zaman. Gün ışığında, ölü ağaçlardan ve taşlardan yonttuğumuz sağlam evler yapıyorduk kendimize, yeniden ve yeniden asırlardır. Ellerimizle ağaçların, ellerimizle taşların arasında senin ellerin işliyordu yine de; bize rağmen ordaydın. Evlerimiz bittiğinde, zırhlarımızı kuşanıyorduk yaralanmamak için; güneşte parlayan çelik zırhlarımızı. Birbirimizde kızıl yaralar açmak için savaşa yürüyorduk kılıçlarımızla sonra. Galip gelenlerin de mağlup olanların da yanında yalnızca sen vardın savaş meydanlarından ayrılırken. Bütün günahların tohumunu içimizde taşıyorduk biz. Bakışlarımız, senin olduğun taraftan başka yöne kayıyordu çoğu zaman, yönümüzü şaşırıyorduk. Günah, en çok da bakışların yönünü şaşırmasıydı. Oysa sen, bakışlarımızın kaydığı o yerde de vardın. Sürünerek içine sığındığımız o kabuklarda, duvarlarına gölgelerimizin yansıdığı karanlık mağaralarda kendi ruhumuzun karanlığına gömülürken uçtuğumuzu sanıyorduk biz, düşüyorduk oysa. Düştüğümüz yerdeydin. Parçalanan avuçlarımızda, kanayan dizlerimizde, yüzümüzde gözyaşından geriye kalan tuzda, acının bir mengene gibi ezdiği yüreğimizde, görünen ve görünmeyen tüm yaralarımızdaydı ellerin. Yeryüzünün bütün sevinçlerinde ve bütün mutsuzluklarındaydın sen. Ey kusursuz hakikat! Ey şeylerin içindeki hiçbir vakit kirlenmeyecek olan o yüce saflık! Düşerken de yükselirken de bizimlesin sen, acımızda ve neşemizdesin. Senin ışığın, neşeden ama en çok da mutsuzluktan yol bularak sızar ruhumuza. Çünkü senin merhametin, neşeden daha çok ıstırapta ve mutsuzlukta gösterir kendini. Simone Weil’in dediği gibi: “Tanrı’nın merhameti mutsuzlukta ışıldar; onun avunmaz acılığının ta dibinde, merkezinde…”1

Kara badem gözleriyle, büyük çerçeveli gözlüğüyle, mermer gibi solgun yüzüyle, karışık kıvırcık siyah saçlarıyla, zayıf ve telaşlı elleriyle, bol kıyafetleriyle, topuksuz ayakkabılarıyla, uzun eteğiyle, koyu renk ceketleriyle etrafındakilere başka bir varlık âlemindeymiş gibi görünen, belki de bir yük gibi omuzlarında taşımayı istemediği için kendi güzelliğini bu şekilde gizlemek isteyen mistik kadın, en yakın dostunun tabiriyle “güzelliğin enkazı”; Simon Weil. O delici bakışlarını, kendi üstünden çekip yeryüzünün güzelliğine çeviren, gözlemleyen, düşünen ve henüz üç yaşındayken bile kelime bilgisi ve anlatım gücüyle çevresindekileri şaşkınlığa uğratan deha. Ailesinin imkânlarına rağmen henüz küçücük yaştayken bile lükse gösterdiği reddedici tavırla; otuz dört yıllık yaşamı boyunca yokluk içinde olanlarla, perişan hâldekilerle, hastalarla, dışlanmışlarla, terk edilmişlerle, hiç tanımamasına rağmen kayıtsız kalamadığı, kendini asla ayrı tutamadığı başkalarının acılarıyla kurduğu duygusal bağla; her koşulda insanlara yönelttiği insanüstü empati yeteneğiyle ve onlarla dayanışma içinde olma iradesiyle dolu olan ve bunun karşılığında yalnızca “İnsanların kalbinde onlara hiçbir sıkıntı yaratmayacak şekilde yer edinmeyi isterim.”2 diyebilen merhamet dolu derin ruh. Hepsinden ötesi, dünyayla arasında büyük bir yarılma, bir kopma başlatan; geri dönüşsüz, tesellisiz, karanlık bir zindan gibi ruhunu kaplayan o büyük mutsuzluğun içinde beyaz bir zambak gibi telaşsızca açılıveren tertemiz, saf bir kalp.