Yazar Gibi Okumak

Yaşarken öğrendiğimiz bir şey var: Hayat insanı herkes gibi olmaya zorlar. Herkes gibi olmak güven verir, rahat verir, huzur verir ama gerçekleri vermez. Gerçekler ekseri herkesleşmenin ötesinde, açık denizlerde yaşar. Yani biraz güvensiz, biraz korkunç, biraz huzursuz sularda.

Kıyıda yaşayanların gözünde, enginlere yelken açmak deliliktir. Ama tarih boyunca sanatçılar, bu deliliğin tekinsiz sularından haberler getirmişlerdir. Başka denizlerden, başka limanlardan, başka insanlardan. İyi kitaplar, okura böyle yolculuklar vadeder. Geri geldiğimizde asla o eski kişi olamayız.

İnsanlık tarihinin, hem sathi hem deruni çizgilerini barındırması bakımından kitaplar eşsiz mekteplerdir. “Kitap, kâinata açılan kapı. Ruh, yazının icadından sonra ölümsüzleşti.” der Cemil Meriç ve ekler: “Ehramlar ahmak taş yığını. Granit homurdanır, mermer gülümser. Yalnız kitap konuşur. İnsanı kertenkele olmaktan kurtaran, soyumuzun hafızası.”1

Herkes gibi bakmak, herkes gibi görmek, herkes gibi okumak doğal olarak bizi herkes gibi yazmaya sürükleyecektir. Hâliyle böyle bir yazının da kimseye faydası olmayacaktır. Bu köşede daha önce, yazarlığa niyet eden kişinin saf okur olma hakkını kaybettiğini; onun sinsi, gözlemci, kapkaççı bir bilinçle sayfalarda gezindiğini söylemiştik. Şimdi konuyu enikonu açma zamanı.

Evvela doğru okumanın doğru yazmanın ön şartı olduğunu, doğru okumayı bilmeyenlerin doğru yazmayı kolay kolay öğrenemeyeceğini tekrar edelim. Büyük yazarların günlükleri, hatıraları, denemeleri bu şartı pekiştirir niteliktedir. Çünkü iyi yazarlar okumadan duramazlar. Hiçbir mazeret, meşguliyet onları kitaptan alıkoyamaz. Modern Türk hikâyeciliğinin öncü ismi Ömer Seyfettin’i Balkanlar’daki subaylık yıllarında, “bir elinde mavzer, ayaklarında dolama çarık, göğsünde çapraz bağlanmış fişeklik” olmak suretiyle Bulgar komitacıların izini sürerken bile, “Bulgar köylerinin basık ve tavanları isten kararmış hanlarında, dağ eteklerine sığınmış sınır karakollarında, yağ kandillerinin veya ocak ateşlerinin ışıkları altında” daima okurken görürüz.2

Hiçbir başarı rastlantısal değildir. Bizler sanata ve edebiyata hayatımızda ne kadar yer açarsak, sanat ve edebiyat da bize o kadar yer açar. Onu başköşeye oturtursak o da bizi başköşeye oturtur. Sanatçı, kaleminden önce okuma melekesine sanatkârane bir hüviyet kazandırmalıdır. Büyük yazarlar, yepyeni bir gözle okuyabildikleri için kendileri de yepyeni şeyler yazabilmişlerdir. Şimdi bazıları sorabilir: Hepimiz aynı dilde yazılmış aynı kitabı okuduğumuza göre onda farklı şeyler görmek ne anlama geliyor?

Okurken aslında kendimizi okuruz. İster istemez okuma sürecine biyografimizi, birikimimizi, psikolojimizi dâhil ederiz. Okuma eylemini duygularımızdan bağımsız gerçekleştiremeyeceğimiz için kelimeler, imgeler, çağrışımlar anlamın her insanda farklılaşmasına sebep olacaktır. Alabildiğine nesnel bir bilgi bile her okurun zihninde öznel bir alanda konumlanır. O bilgiden yapılan çıkarımlar birbiriyle örtüşmez. Aynı hikâyeyi dinleyip farklı sahneler kurarız. Aynı insanla tanışıp farklı çıkarımlarda bulunuruz. Aynı yolu yürüyüp farklı hatıralar biriktiririz. Okumak, sebepleri ve sonuçları itibarıyla alabildiğine öznel bir eylemdir. Bu öznellik bizi kitaptan uzaklaştırmaz. Aksine onu zenginleştirmemize olanak sağlar. Okur, okuduğu kitabın anlamını eğip bükme hakkına, ondan dilediği şekilde istifade etme hakkına sahiptir. Okurun yorumu metni donmaktan alıkoyar. Öyle ki bazen yorum, yazarın ufkunu bile aşar, aşabilir; yeter ki doğru okurla buluşsun.

Bütün iyi kitapların, “gerçekte olanlardan daha sahici” bir etki bıraktığını söyleyen Hemingway, “Birini okumayı bitirdiğinde, olan biten senin başından geçmiş gibi hissedersin ve sonra iyisi, kötüsü, coşkusu, pişmanlığı ve hüznü, insanları ve yerleri ve havasıyla tamamen sana ait bir parça olur.”3 der. Hemingway, böyle diyerek Schopenhauer’un, okuru pasif bir dinleyici konumuna indirgeyen görüşünü reddetmiş olur. Bilindiği gibi Schopenhauer, okurken yazarın bizim adımıza düşündüğünü, bizimse sadece onun düşünsel izini sürmekle yetindiğimizi savunur.4 Hâlbuki insan okurken en az yazar kadar etkindir. Okuduğunu eleyerek, yargılayarak, yoğurarak yeniden biçimlendirir. Zaten kitap, hayatla boy ölçüşme cesaretini okura sunduğu bu özgür alan sayesinde kazanır. Okur, misafir olarak girdiği dairede bulacağı sesi, ışığı ve dekoru dilediğince algılamak, yorumlamak ve hepsinden önemlisi gönlünce istiflemek gibi imtiyaza sahiptir.

Bu noktada herkesten farklı bir bakış açısı geliştirebilen okur, aynı göğe bakıp daha çok yıldız görmüş olur. Yazar için yeni bir bakış pırlanta değerindedir. Edith Wharton, “Hakiki özgünlük yeni bir tarza değil, yeni bir bakışa dayanır.” der. Peki, bu nasıl olacaktır? Wharton sözlerine devam eder: “Bu yeni -kişisel- bakış, ancak resmedilen nesneye yeterince uzun bakarak yazarın onu kendisinin kılmasıyla kazanılır. Ve bu gizli tohuma meyve verdirebilen zihin, onu bilginin ve tecrübenin birikmiş servetiyle besleyebilmelidir.”5

Kitabın Hakkını Vermek