Edebin Bir “tâc” Olduğu Unutuldu Mu?

Herkesin malumudur ki insan güzele meyyaldir. Zevkler ne kadar farklı da olsa insan tercihini kendince estetik olandan yana kullanır. Şehirlerin imarından mimari üsluba, ev dekorasyonundan kıyafet seçimine günlük yaşamda yapılan tercihlerin izi sürüldüğünde insanın güzele olan ilgisinin insanlık tarihi kadar eski olduğu görülür. Günümüz insanı da en az ataları kadar estetik kaygılar taşıyor. Elbette bu durumda eskiye nazaran daha fazla göz önünde bulunmanın etkisi de var. Fotoğraf çekiminin kolaylaşması, çekilen fotoğraf ve videoların anında sosyal mecralarda diğer insanların beğenisine sunulabilmesi güzelliğe dikkati artırdı. Hazırlanan kahve hoş bir sunumla ikram ediliyor, sofralar mutlaka takımlarla donatılıyor, fotoğrafı çekilecek objenin yanına bir çiçek iliştiriliyor. Peki, bugün kadraja yansıyanın estetiğine gösterilen özen toplumsal ilişkilerde nezaket olarak tavırlara yansıyor mu? Bunun cevabını olumlamak oldukça güç. Maalesef tavrımız, ses tonumuz, bakışlarımız ve eylemlerimiz diğer alanlarda sergilediğimiz incelik ve hoşluktan hayli uzak. Hâlbuki sosyal bir varlık olan insan, yaşamına diğer varlıklarla iletişim kurarak devam eder, tavır ve davranışları ilişkilerinin gidişatını belirler.

İnsanlar ilişkilerinde düzen sağlayacak, pratikte hayatlarını kolaylaştıracak ve güzelleştirecek birtakım ilkelere ihtiyaç duyarlar. Toplum düzenini oluşturmak ve asayişi sağlamak için hazırlanmış yazılı kanunlar bu noktada genel çerçeveyi belirler, ötesi için nezaket kuralları devreye girer. Toplumdaki herkesin varlığını, biricikliğini, sevgi ve saygıyı hak ettiğini kabul ettiğimizi muhatabımıza gösteren bu kurallar söz ve davranışları tezyin eder, görünüşü zarif kılar ve kişiye toplum içinde ayrı bir değer kazandırır.

Adabımuaşeret diyerek de tanımladığımız görgü kuralları toplumdan topluma, kültürden kültüre hatta yöresel ölçekte değişiklikler gösterebilir. Her ne kadar biçimsel farklılıklar bulunsa da görgüde esas olan, insanın kendisine ve çevresindekilere duyduğu saygıdır. Görgü kurallarının varlık sebebi, toplumsal ilişkilerde saygı sınırının aşılmasını ve hak ihlallerini önlemektir.

İbn Haldun’un ifadesiyle tabiatı gereği medeni olan insan, diğer insanlarla birlikte yaşama usulünü zaman içinde yetiştiği toplumda öğrenir. İslam toplumunda yaşama usulünün temel prensibi ise edeptir. Kişinin kendine, diğer insanlara, tabiata, bütün canlı mahlukata karşı söz, tavır ve hareketlerinde ölçülü olması edep tabiriyle ifade edilir. Güzel ahlakın itmamı için gönderilmiş olduğunu söyleyen Hz. Peygamber (s.a.s.), sosyal hayatın bütününü teşmil bir hayat tarzı ile edepli yaşamı ilk elden ashabına öğretir.

Hz. Peygamber, yumuşak huylu, nazik ve kibar hitaplı, affedici ve bağışlayıcı bir üslupla muhatabına yaklaşır. Genel olarak mizacında insanları kırıcı ve rencide edici hiçbir vasıf bulunmaz. Yetiştiği Mekke’de Hz. Peygamber gibi nazik ve zarif insanların sayısı azdır ve genel olarak Mekkeliler kaba ve sert tabiatlarıyla maruf insanlardır. Onların İslam’ı kabulüyle birdenbire alışa geldikleri bütün davranışları terk ederek edebe uygun bir tavır takındıkları söylenemez. Ancak sosyal hayattaki nitelikli dönüşüm yıllar içinde, yavaş yavaş gerçekleşir. Akrabalık ilişkileri, komşuluk hakları, selamlaşma, konuşma, misafirlik adabı gibi beşerî münasebetlerin; temizlik, yeme, içme, uyuma, giyim kuşam adabı gibi şahsi alışkanlıkların nasıl olması gerektiği zaman içinde nazil olan ayetlerle öğrenilir.

Görgü kurallarının toplumda nasıl karşılık bulduğu, bu süreçte Hz. Peygamber’in nasıl bir yöntem izlediği tafsilatlı bir şekilde siyer kitaplarında anlatılır. Ancak yaşanan hadiselerden biri o kadar önemlidir ki Kur’an-ı Kerim’de yer alır ve hepimizin dikkatine sunulur. Bilindiği üzere Hz. Peygamber’in ashabıyla ilişkisi hayli samimiydi, hatta onun sıcak ilgisi ve şefkatli tutumu, ashabın onunla uzun süre vakit geçirmek istemesine zemin hazırlıyordu. Ashap, Hz. Peygamber’in evine davetli davetsiz misafir oluyor, yemek yiyor, sohbet ediyordu. Bazen bu samimi ortam ashap fark etmeksizin Hz. Peygamber’i rahatsız edici bir duruma dönüşebiliyordu. Ne var ki Hz. Peygamber, onların alınıp gücenmelerinden endişe ettiği için rahatsız olduğu durumları açıkça dile getirmiyordu. Bir davet yemeği sonrasında misafirlerin bir kısmı dağılmış, sahabilerden birkaçı ise geç vakit olmasına rağmen Hz. Peygamber’in evinde sohbete dalmışlardı. Bunun üzerine Ahzab suresinin 53. ayeti nazil oldu ve Müslümanlar, bütün zamanlar için hükmü geçerli görgü kurallarından birini öğrenmiş oldular: “Ey iman edenler! Size izin verilmedikçe Peygamber’in evlerine girip de yemeğin hazırlanmasını beklemeyin; fakat yemeye çağrıldığınızda girin; yemeğinizi yiyince de hemen dağılın, söze dalıp oturmayın. Bu davranışınız Peygamber’i rahatsız ediyor, size söylemeye çekiniyor, oysa Allah hak olanı açıklamaktan çekinmez...”