Oroku Saki (namıdiğer Shredder) tarafından öldürülen çok sevdiği ustası Hamato Yoshi’nin intikamını almak için, mutasyona uğramış dört kaplumbağayı savaş sanatıyla eğitmeye karar veren mutant bir fare. Hamato Yoshi’nin evcil faresi Splinter Usta’nın hikâyesi. Japonya’da başlayıp Amerika’da devam eden bu savaşı garipleştiren ilk şey, ana aktörlerinin yavaşlığı, sakinliği, masumluğu simgeleyen kaplumbağalar olması elbette. Kaplumbağalardan Ninja yapma fikri çok çılgınca duruyor. Ama yine de hızı, gücü ve savaşçılığı temsil eden bir elbiseyi, doğada bulunan en uyumsuz kumaştan dikme fikri, bu karşıtlıktan beslenerek de yolunu bulmuş olabilir. Kendini savunamayacak durumdaki zararsız bir canlının elinde kılıcıyla meydanda adalet dağıtmaya başlaması galiba iyi fikir. Hikâyemiz de çizer Kevin Eastman’ın evde otururken eğlence olsun diye önündeki kâğıda iki ayaklı, kollarında savaş aletlerinin bulunduğu bir kaplumbağa karalamasıyla ve işte Ninja Kaplumbağa diye dalga geçmesiyle başlıyor zaten.
John Steinback’in Gazap Üzümleri’nde, kaplumbağalar hakkında söylenmiş o en yalın hakikati Tom Joad’un ağzından şu sözlerle duymuştuk: “Ben çok kaplumbağa gördüm, hepsi de bir yere doğru giderler. Sanki akıllarına bir şey koymuşlar da oraya doğru gitmek istiyorlarmış gibi.” Kaplumbağalar durmaz, yürürler sakin ve sükûnetle, varacakları menzil kendi yollarıdır aslında. Dünyada soyu henüz tükenmemiş en eski hayvanlardan biri olan kaplumbağaların ağırbaşlı yürüyüşleri, uzun yıllardır tabiatın bilgelik makamında olanca haşmetiyle devam ediyor. Evini sırtına alıp kâinatı adımlayan, kimseyle yarışmasa da hiç durmadan yürüyen, avlanmaya ihtiyaç duymayan ama daima bir yere giden bu kabuklu göçebeler, sürüngenler sınıfının masumiyet şubesini temsil ediyorlar. Sert kabuğunun içinde dünyanın her hâlini görmüş, ihtirastan, hırstan ve cümle zehirden arınmış, telaştan uzakta kendi yolunda yürüyen, uzun ömrünü sabrına borçlu bir kadim güzel. Kötülükle karşılaştığında kendi kabuğuna çekilmeyi bilecek kadar güzel üstelik. Hayvanlar âleminin kurban-derviş metaforuna en yakın üyelerinden biri. Yaşamak için acelesi olmadığı her hâlinden belli. Evi bir ömür sırtında, yurdu yüküyle eşit. Usul usul, sakince toprağın tozunu alır gibi yürüyor, nazlı ayaklarında sabır.
Dostoyevski’nin, kaplumbağa ile hayalperest arasında kurduğu gerilim hattının anlamına, “hem ev hem hayvan” olarak gördüğü bu ilginç yaratık üzerinden ulaşması mühim. Daha dikkatli bakıldığında “hayalperest”, kaplumbağaya benzer çünkü. Kendi evinin köşesinde, kabuğunda ve uzletinde her hayalperest biraz kaplumbağadır. Beyaz Geceler romanına gidebiliriz o hâlde: “Hayalperest -daha ayrıntılı bir açıklama gerekirse- insan değildir de nasıl diyelim, bir ara türdür. Zamanının büyük bir bölümünü gözden uzak bir köşeye çöreklenmiş olarak geçirir, sanki gün ışığından bile saklanır ve bir kere bu köşeye çekildiğinde oraya iyice kıvrılır kalır, tıpkı salyangoz gibi; aslında bu açıdan hem ev hem hayvan olan o ilginç yaratığa, kaplumbağaya daha çok benzer. Neredeyse hep yeşile boyalı, isli, kederli ve sigara dumanına boğulmuş dört duvarını neden bu kadar sever sanıyorsunuz?”
Dünya Kaplumbağa Makamında
Kaplumbağalar yavaş mı? Fabl diliyle öyle. Bu namlarını, sırtlarında taşıdıkları kabuğun ağırlığından ziyade otçul olmalarının getirdiği rahatlığa borçlular aslında. Yavaşlık son tahlilde onlar için bir tercih sayılır yani. Avcı değiller, tetikte durmuyorlar, besin bulma zorunlulukları yok, üstelik açlığa çok dayanıklılar. Bir tehlike anında -çita kadar değilse bile- kendi ölçülerinde hızlı hareket etme becerisine sahipler. Nihayetinde her şey yeteri kadar hızlı; evet onlar bizim için çok yavaş. Dünyanın başı dönüyor, kaplumbağalar toprağı üzmek istemiyormuşçasına sekinetle atıyorlar adımlarını. Yaşadığımız çağda kaplumbağaların -bir imge olarak- gülünç görünmesi biraz da bundan; dalgınlığın bile hoş görülmediği bir tuhaflığın tam ortasındayız çünkü. İçe dönük hayalperestlik tamam, peki ya flanör’lük? Benjamin’e gidelim: “1840’larda pasajlarda kaplumbağa gezdirmek, bir süre için kibarlığın gereklerinden sayılmıştı. Flanör, kendini kaplumbağaların temposuna uydurmaktan hoşlanırdı. Eğer ona kalsaydı, ilerlemenin böyle adımlarla sürmesini isterdi.”