Eğri Dikilen Fidanın Gölgesi de Düz Olmaz!

İnsan, dörtnala koşar dünyada. Durduğunu zannettiği anda bile koşuyordur aslında farkında olmasa da. Peki nereye gider, nasıl karşılanır?

Dünya denilen koca bir han gösterilir, iki kapılıdır diye eklenir. Yol işaret edilir. Git denilir. Birazcık uyu, birazcık dinlen, rüyalar gör ve göç… Bu kadar mı?

Birçoğumuz yolun anlamını, yolculuğun maksadını unutsak da yol, diğer kapıya varıncaya kadar, uyan denilinceye kadar sürmektedir. Dünya, meselleri bol, oturağı çok bir durak… Ve fakat ana yurt değil. Asıl yurda varmak için uğrak hanımız, tarlamız, vuslat eşiği için arşınladığımız patikamız…

Sana diyorum ey aklım, sana diyorum ey kalbim! Düşün, hisset, anla diye sana yazıyorum ey kendim! Hepimiz başkasının söküğünü, yarasını, yamasını, yolunun eğrisini, gülünü saran dikenlerini görür, dillendiririz. Ama sen ey kendim ama sen, saçının karasını döke saça yürüyorsun da künhüne vardın mı yolun, yolculuğun? Sıra sıra kandiller akıl çatımızda, yürek çatımızda. Üfleme gafil yanım! Karanlıkta kalma, yolu şaşma! Yalnızca onların ışığında yürüyenler sağ salim varır menzile. Takılsa da ayakları, düşse kanasa da dizleri, alnı ak, yüzü açık varır o kandilleri söndürmeyenler, son eşiğe. Sımsıkı sarıl Allah’ın ipine ve o ipin seni taşıdığı her şeye, her hükme!

Vicdan; yola çıkarken sinemize yerleştirilen pusula. Vicdan çakmak taşı; kandillerin fitilini yeniden, yeniden tutuşturan. Kandildir adalet, kandildir merhamet, kandildir hak gözetmek, kandildir alın teri, kandildir doğru söz, kandildir emin olmak, kandildir kendine istediğini kardeşine de isteyebilmek, kandildir helal rızık derdi, kandildir yetimin gözleri, kandildir minarelerin sesi, kandildir bayrağın gölgesi, kandildir ananın babanın duası, kandildir her canlının kendi dilindeki zikri… Ey kendim, söndürme kandillerini, sımsıkı tut, köreltme çakmak taşını!

İstiyorsun ki herkes sana iyi dost olsun. Vefa mesela, ah ne çok yakışır insana! Etrafındaki herkes diğerkâm, ince, zarif, tatlı dilli, hâlden anlar olsun. Herkes dosdoğru, güvenilir, adil, emin olsun. Kendi nefsine dokunan yerde bile olsa şaşmasın terazinin kefesi. İstersin, beklersin elbet. Olması gereken de odur zira. İnsana yakışan odur. Geldiği yerin kokusunu, dokusunu üstünde taşıyan eşref-i mahlukat vasıflarıdır onlar. Rahmet pınarından doldurulan, ana yurdunda elimize tutuşturulan kırbanın içindeki sudur, dünya ateşinde kavrulmasın diye diller. Ya senin kırban? Nerede, ne hâlde, kime derman? Testine su beklersin her kırbadan ve fakat testin ne hâlde? Tutabilecek mi içinde? Çatlaklarını neyle sıvadın? Kirini, tozunu nasıl yıkadın? Aynaya baktığında ne kadarını görüyorsun kendi üstünde? Kendini tarttın mı başkasının terazisinde mesela? Sahi, dost olsan, ana olsan, baba olsan, evlat olsan, komşu olsan, işveren olsan, işçi olsan, eş olsan, esnaf olsan, müşteri olsan kendine, razı olur muydun kendinden? Elinden, dilinden, gözünden, hâlinden saçılan tohumlar çiçek açar mıydı içinde?

Sevgili kendim; dokunduğun, geçtiğin, kaldığın her gönül her yer bereketli bir toprak parçası. Attığın tohumlar yeşerecek, diktiğin fidanlar boy verecek. Yağmur eşit düşer toprağa ve toprağın sinesindekine can olur, unutma. Temaşa ettiğin bahçe senin; gölgesinde oturduğun, sırtını dayadığın senin! Niyet senin, amel senin.

Dünün gölgesi bugüne düştü; bugünün gölgesi yarına düşecek!

Eğri dikilen fidanın gölgesi de düz olmaz!