Ağır Zamanlar

Nicedir solmuş bir goncanın hüznü var yüreğimizde, yüreğimizde solgun yüzlerin cansız bakışları gezinip durmada devamlı. Nicedir saf bir hüzün dolaşıyor etrafımızda ve bunu ancak kıyılarında yaşadığımız korkularımız bilir.

Dudaklara ateşten bir mühürdür ki söze gerek bırakmadan, bir küçük dünyanın neşe uğramamış günlerinden birer birer süzülür korkularımız. Yaşanılan anlardan, üstüne uzanılan derin rüyalardan yükselip batan ay parçalarından toplanır. Sonra yıldız yıldız hayatın her bir anına yayılır.

Zemheri bulutlarının tepeleri içine alıp da hanelerin üzerini soğuk bir yorgan gibi örttüğü böyle zamanlarda yer gök birbirine iyice yaklaşır; caddeler, sokaklar fırtınaları bekleyişle yorgun düşer. Biz yorgun düşeriz.

Bu yorgunluk, içinde giderek eridiğimiz hayatın zorlu yollarında tek başına bırakılmış çocukların yalnızlığı ile birbirini öylesine tamamlar ki şaşarsınız. Büyüklü küçüklü şehirlerin dar ve geniş çıkmaz sokaklarından, devasa yapıların ihtişamından avuç içi kadar yerlerde rengini bulamadan büyüyen güllere, çiçeklere varıncaya kadar sinmiştir bu yalnızlık.

Sayamayız kaç insan bir örümcek ağının kucağında çırpınır durur. Sayamayız, kaç çocuk bir Cahiliye âdetinin pençesindedir, kaç çocuk derdini anlatmaktan acizdir ve değersiz görülen kaç çocuk umut içinde elinden tutulmasını bekler. Sayamayız telafisi olmayan sonuçlara sebebiyet veren kaç dram yaşanır ve bilemeyiz dramların gün yüzüne çıkardığı tehditler hayatımızda ne ölçüde derin izler bırakır.

Hiçbir şekilde izahını yapamadığımız sıkıntılı günlerden, ağır zamanlardan geçiyoruz zira. Sonu belirsiz karanlık tünellerde, dar geçitlerde sessiz sedasız kalakalmışız. Bir garip boşluk bizimkisi. Göçe zorlanmış kuşlar gibiyiz, çaresiziz üstelik, endişeliyiz ve endişelerimizin beslediği sancılarla yaşıyoruz. Vefasını kaybetmiş, merhametini yitirmiş insanlığımızdan ve onun bedenlerimizde bıraktığı hasarlardan bizarız.

Yaşantımızı anlamlı kılan ne varsa çığlıkların ardında kaldı hep. Vicdanımızı besleyen bağa bostana yabani kuşlar üşüştü. Teselli olsun diye söylenmiş cümlelerin ağırlığı belimizi büktü, dizlerimizdeki dermanı kesti. Gözümüze batan tehditkâr bakışlar korkularımızın elinden tuttu, ayağa kaldırdı. Masumların saf çığlıkları çıkmaz sokaklarda hiç soluklanmadan yankılanıp durdu da bitkin bir sessizliğe büründü aklımız, vicdanımız.

Niye yapar insan bunu? Merhametin bile kâr etmeyeceği bir hâkimiyet, bir bencillik nasıl yerleşir insanın içine? İnsanı bu kadar duyarsız, bu kadar sorumsuz, bu kadar vicdansız ve kaba yapan ne ola ki?

Kapıların ardında tekrarlanıp durarak buruk hikâyeleri çağıran oldukça zor sorular bunlar.

Acı veren ne çok soru var Ya Rabbi! Ne çok mutluluk alıp başını gitmede ve küçük bedenleri dahi terk etmede. Ne çok peri masalı çocuk dünyalarından çalınmada.

Kibirle kendini şahlandırırken insanoğlunun, insan yanını yitirmesi ne büyük elem. Gürültülü zihinlerle varacağı yerin azap vadetmesi dahi onun için bir şeyi değiştirmiyor. Zevküsefa içinde çürüyüp giden bir hayatın, saflıkla donanmış ziynetli hayatlar katında itibarı olabilir mi?

Dünyanın kuytu yerlerinde sığınılan yalandan dağların alaycı yamaçlarından uzaklaşmalıyız. Ruhun derinliklerine kadar sinmiş merhamete yabancı yanımızla yüzleşmeliyiz. Adımız kötülerle anılmasın diye, ilhamların muştusu, ufukların can damarı çocuklarımıza çevirmeliyiz yönümüzü.

Zira “Görmeden güneşin bütün renklerini” elinde bir küçük bebekle oynayan çocuğun gözleri insanı devirecek kadar ağır bakar. İnsanlığımızın en masum yanı bu narin ve hâlsiz bedenler, her seferinde böyle feryat eder. Bu feryatlar, bir çocukla karşılaştığında mübarek yüzünü neşe ve sevinç kaplayan ve onları Allah’ın güzel kokulu nimetleri olarak gören Hz. Peygamber’i hatırlatır. Merhamet Peygamberi’ni hatırladıkça yüzümüz mahcubiyetle düşer, biz endişelerle düşeriz.

Bu feryatlar, toplumsal kaygıları şiirinin önüne koyan ve dünyada içini parçalayan üç sınıf insanı ihtiyarlar, kadınlar ve çocuklar olarak sayan Mehmet Akif’i hatırlatır. Bu feryatlar, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Çocuklar / En güzel basamakları/ Günlerin değil / Yüzyılların” şiirini; Behçet Necatigil’in “Her çocuk, paçavralar içine bile düşse, bir nur topudur.” sözünü hatırlatır. Bu feryatlar bebeğini kaybettiği için ağlayan bir kız çocuğuna teselli olsun diye oyuncak bebeğin dilinden mektuplar yazan Kafka’yı hatırlatır.

Hatırladıkça aynalarda gözlerimiz derince içine gömülür, aynısıyla gitgide çoğalır pişmanlıklarımız.

Ve her seferinde yeni söylenmiş gibi içimizde tekrarlanır durur Cahit Zarifoğlu’nun sözleri: “Bahçeden çocuk sesleri geliyor / Hayatı dinliyorum /İçim yoruluyor, ruh yoruluyor.”