Gökyüzünde açtığı kızıl yaralarla biten saltanatı ve sessiz bir dilde batışı güneşin. Kana bulanmış göğün derinliğinde zevkle boğulması bakışların. Akşamın inişi sonra. İçe işleyen gün bitimleri. Kızıldan karaya dönüşü ufkun. Göğün perdelerinin kapanışı. Gün batımı kızıllığının, üzerine düşen lambaların ışığıyla lekelenişi. Kokuların ve seslerin akşamın karanlığında hüzünlü bir vals gibi büyüleyici dönüşü. Kuşların ağaçlara tüneyişi, pervanelerin bir eve sığınmak ister gibi sahte ışıklara dönüşü, karıncaların sürüler hâlinde yuvalarına koşturuşu telaşla. Toprağın üzerinde bıraktığı ıslak izlerle ağır ağır ilerleyen bir salyangozun başını telaşsızca kabuğuna çekişi. Ansızın çöken karanlığa ve o tuhaf saatlerde evine koşturan her şeye inat durup, zamana ve mekâna meydan okur gibi sakince, hayatı boyunca sırtında taşıdığı kabuğuna sığınışı bir salyangozun, o destansı evine çekilişi. Sessizlik sonra. Yürek yakan yalnızlık. Ruhu kimsesiz bir ozanın, yapayalnız, billur kayalıklardan beyninin ve yüreğinin uçurumlarına cesurca eğilişi. Kalbinde daima savaşan karmaşık duygularla gecenin içinde belirişi bir ozanın. Ve bir çukur gibi derinleşen gecenin içinde zehirli bir çiçek gibi açılması ve ışıması zihnin. Orada, o derin yalnızlıklarda, gizemli ve hoş kokular saçarak açan yeryüzünün en yalnız çiçeği gibi. Gözleri uçuruma dalmaya korkmayanlar için ondan bahsedeceğim şimdi, yeryüzünün pişmanlıklarla açan en yalnız çiçeğinden; Charles Baudelaire’den.
Elem ve ıstırap şairi Baudelaire. İnsan acısının o büyük ressamı. Kahramanlarıyla, atmosferiyle, ifade biçimleriyle, renkleriyle bütün eserlerinden süzülen o dinmeyen, tuhaf, yoğun melankoli ve acı. Geride, derin ve yaslı bir ezgi gibi dönüp duran ama kasvetli bir ışığın yansımasıyla şiirlerinde parlayıveren acı. Salt acı değil manevi acı bu. Ve yüreğimizi kâğıt gibi buruşturan bu acı ona göre tek soyluluğumuzdur: “...şükürler olsun Tanrım, / Acıyı verdin bize, en iyi ilaç olan, / O acı ki en güzel cevherdir, inanırım,”1
Baudelaire. Kendi tabiriyle, tek bir pembe, kıvançlı ışığın sızmadığı, henüz keşfedilmemiş hüzün mağaralarındaki yoğun karanlıklarda resim yapmaya mahkûm edilen ressam. Çatlak bir ses, kutsal uyumları bozan. Hem yara hem bıçak, hem tokat hem yanak, hem cellat hem kurban; gülümsemeyi bilmeyen ama sonsuz gülüşü bekleyen terk edilmişlerden biri. Daha çocukken kalbimde birbirine karşı iki duygunun bulunduğunu fark ettim; yaşamaktan tiksinti, yaşamaya dair aşırı sevgi, diyen Baudelaire’in ruhu bütün zıtlıkların aynı anda uyuyup uyandığı bir beşiktir. Dışarıya karşı daima asi, cesur ve tutkulu ozan, en büyük mücadeleyi kendi kafatasının kubbesi altında, beyninin dar ve gizemli laboratuvarında meydana gelen zıtlıkların çatışmasında verir. Kötülük Çiçekleri onun ruhundaki zıtlıkların savaşının tam bir tablosu gibidir.
Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri, ana bulvarların lambalarla aydınlatıldığı, neon ışıklarının doğduğu, 19. yüzyıl Paris’inin ışıkları altında açar. Ekonomik alanda olduğu kadar sosyal ve toplumsal alanda da köklü değişiklikleri beraberinde getiren Sanayi Devrimi sonrası, yurtlarını terk ederek akın akın göç eden kalabalıkların oluşmasına öncülük ettiği, ortak yaşamın paylaşıldığı modern kentlerin, metropollerin belki de ilki olan Paris. Bu kalabalıkların evlerden sokaklara, gündüzden geceye doğru kaymaya başlayan hayatlarının modern kentlere kazandırdığı karmaşa ve kaos dolu kimliğin belki de ilk sahibi olan Paris. Ve bu ışık şehrinde materyalizmin sarhoşluğuyla şiirsellikten ve hislerden uzak hatta habersiz insanlar. Sadece yaşam mücadelesini sürdürebilme çabasının, hayata katlanıyor olmanın yol açtığı yorgunluk. Ruhların yılgınlık, bıkkınlık, çöküntü ve sıkıntı içinde içine düştüğü varoluşsal krizler ve kendine yabancılaşma. Yeni etiketiyle ortaya sürülen her şeyin aslında eskinin kötü bir tekrarı oluşu, yeninin iflası… Tam bir modern zaman cehennemi olan Paris… Bu cehennemin içine doğan, onu fark eden ve bu cehennemi aşmak isteyen Baudelaire’in çabasının ilk ürünüdür Kötülük Çiçekleri.
Bir kentli olarak Baudelaire, modern şiirin yolunu açan bu başyapıtında, sanatta, o güne kadar doğa betimlemesinde aranan güzelliğin izini doğada değil çağın kaçınılmaz gerçeği olan modern kent yaşamının içinde arar. Çünkü ona göre her çağın her halkın ahlaki değerleriyle, modasıyla kendi güzellik algısına gebe oluşu gibi modern çağ da kendi güzellik algısını beraberinde getirmiştir. Modern güzel tam olarak bu atmosferde, kentte tezahür eder ona göre. Modern sanatın sahnesi de bu yüzden hakiki olan doğa değil yapay olan kenttir. Uzakta, yalnız başına büyüme cesareti gösterebilen bir ağacın budandığı, özgürce uzayan dalların yontulduğu, törpülendiği, tektipleşmenin dayatıldığı görünmeyen ama daima arka planda işleyen bu devasa dişlilerin döndüğü sistem içinde yaşamak zorunda kalmış herkes Baudelaire’e göre birer “kahraman”dır. Çünkü modern kentte barınmaya çalışmanın gladyatörlerin savaşından farkı yoktur. Çünkü modern insan, korunma ve var olabilme çabasından ziyade etrafını çevrelemiş bütün tehditlerle, görünmeyen düşmanlarla, dahası insan kalabalığıyla daima mücadele etmek zorunda olan bir savaşçıdır. Tam da bu yüzden modern sanatın kahramanları artık “kötü” ve “çirkin”dir. Dilenciler, avareler, aylaklar, serkeşler, kenar mahalleliler, köksüz hayatlarıyla yeraltı müdavimleri, düş kırıklığına uğramış mutsuz, kırgın yürekler, köşelerinde iniltiyle hırıldayan ruhlar, zayıf, çökmüş, hazin olan ne ve kim varsa… Onlar, Baudelaire’in sanatının kahramanları, onlar Kötülüğün Çiçekleri’dir. “Şiirin çiçekli bahçelerini çoktandır bölüşmüş ünlü şairler. Güzelliği kötü’den damıtmak eğlenceli ve güç olduğu kadar da hoş bir çaba göründü bana.”2 diyen Baudelaire için sanat da çirkinliklerde güzeli aramaktır. Sanat, modern kentlerde kaynayan kötülükten ve çirkinlikten güzellik damıtmayı başarmaya çalışmaktır. Onun kötülüğe yönelişi bilinçlidir ve kötülük bir amaç değil arındırılmış güzelliğe ulaşmak; görünenlerin yüzeyindeki tabakadan soyutlanıp onların içinde taşıdığı mutlak unsura ulaşmak, geçici olandan ebedî olanı damıtmak için bir araçtır. Baudelaire, modern şiirin yolunu açan Kötülük Çiçekleri’nde de moda adı altında tekrar eden geçici ve sınırlı olanın içindeki şiirseli ve sonsuzu keşfetmeyi dener. Bu yüzden çirkin olana karşı her zaman şefkatlidir. Çünkü bakmayı bilenler için “Çöplüklerden dualar, gözyaşları yayılır”; çünkü güneşin doğuşuyla geceyi aydınlatması gibi, kente indiğinde, iğrençliklerin içindeki güzeli damıtarak onları soylulaştıran, ozanın görmeyi bilen bakışlarıdır: “Baktığı nesneleri güzel kılan aynalar: / Gözlerim var, aydınlık, kocaman gözlerim var!”3
Derin aynalar gibi gördüğü her şeyi içine hapseden, meraklı ve belirsizliğe aç gözleriyle Baudelaire, kaos ve karmaşa dolu metropol içinde tam bir flâneur’dür.. Fransızcada avare, gezinen anlamına gelen ve kaosun içinde kendini inşa eden kentli insan profili flâneur’den Modern Hayatın Ressamı kitabında ilk kez bahseden de yine Baudelaire’dir. Gözleri fal taşı gibi açık, kulağı tetikte, dehasının kaynağı merak olan flâneur; kenti en ücra köşelerine kadar arşınlayan modern hayat seyyahı, daima hareket hâlinde bir kent gezgini, bir aylaklık ve avarelik sanatkârı. Kalabalıklar onun evidir, “Nasıl ki kuş havada, balık suda yaşarsa o da kalabalıklarda yaşar. Aşkı, işi, gücü kalabalıklardır.”4 Yeni mimarileriyle, pasajlarıyla, gece hayatını aydınlatan ışıklarıyla, göz kamaştırıcı yeni yaşamın ihtişamından etkilenen insanların algılarını, ilişkilerini yeniden düzenleyen modern kent içerisinde o, çemberin dışına çıkıp müthiş bir merakla gözlem yapan, olanı biteni çözümleyen, telaşla bir yerlere koşturan kalabalıkların gizlediği izleri süren, kimliğini gizleyerek her yerde dolaşmanın tadını çıkaran bir prenstir. Flâneur’ün evi sokaklardır. Evden uzak kalmak ama her yerde evinde hissetmek onun en küçük zevklerinden biridir. Dostoyevski’nin bir romanında bahsettiği gibi o, hem ev hem hayvan olan, evini sırtında taşıyan bir salyangoza benzer. İstediği an içine çekildiği sırtındaki kabukla sokaklarda, pasajlarda, arka mahallelerde daima arayış hâlindedir. Onun aradığı şey aslında en çok da kendi hakikatine ulaşmak, yaşamı ve kendi varlığını çözümlemektir. Kalabalıkların içindeki yalnız ve düşünen bu gezgin adam, kendi kişiliğini kaybetmeden “Bir gövde arayan o eşsiz ruhlar gibi, dilediğinde dilediği insanın kişiliğine girer.”5 Her yere, herkese uyum sağlayan, vatanı olmayan bir dünya insanıdır o.
Aylaklık onun modern çağın öğüten düzenine başkaldırı şeklidir. Devasa bir makine gibi işleyen kent yaşamı içinde bir dişli olmaya mecbur bırakılmaya, biçimlendirilmeye, tektipleştirilmeye karşı kendini aylaklığıyla korur. Her yeri evi sayarak, evini sırtında gezdirerek yerleşik düzeni kırmaya çalışır. Durmadan ilerleyen mekanik saatlerin, hayatları esir alan mesailerin yergisini bütün zamanını serbest bırakarak yapar; çünkü ancak böyle bir ortamda güzelleşirdi yaşam; evet, zamanın daha yavaş işleyip daha çok düşünce içerdiği yerde.6 Onun aylaklığı daima düşünsel bir üretime gebedir ve ona göre, insanın aylaklıkla kazandığı şey çalışmakla kazanabileceğinden çok daha değerlidir. Bu yüzden Baudelaire’e göre dünyadaki birçok dâhi, hakiki bir flâneur’dür: “Gözlemci, filozof ya da flâneur, adına ne derseniz deyin, bu sanatçıyı, ebedî veya en azından daha kalıcı şeylerle ilgilenen, kahramanca veya dinsel konuları resmeden bir ressam için kullanamayacağınız bir sıfatla tanımlamak zorunda kalacağınız kesindir. Kimi zaman şairdir, sıklıkla romancıya ya da meselciye yaklaşır; geçmekte olan anın, o anın barındırdığı bütün sonsuzluk unsurlarının ressamıdır o. Her ülke hem zevkinde hem de şanında payı olan bu kişilerden birkaçını mutlaka yetiştirmiştir.”7 Bir insan sarrafıdır flâneur. Bu yüzden modern hayatın kahramanlarını o seçer. Kahramanları, aynı zamanda yoldaşları olur. Baudelaire bu yönüyle tam bir flâneur’dür. Hep bir bilinmezin peşinde olduğu için, öteki’lerin gözünde daima bir yabancı olarak kalan flâneur...
İlk modern kenti ve kültürü imgeleriyle hatırladığımız, bugün modernin tarihine yolculuk yapanların pusulası ve hakkında en çok kitap yazılan şair olan ama yaşarken en yakın dostları tarafından bile anlaşılamayan hatta Kötülük Çiçekleri’nden sonra daha da dışlanan, çevresinde korkunç bir sessizlik ağı örülen bu büyük deha, şiir kitabına hazırladığı ön sözde korkunç bir umutsuzluk içinde, gelecekteki okurlarına şöyle seslenir: “…dışlanması gereken biri olmadığımı, kimilerine kendimi sevdirebildiğimi, şu an adını anımsamadığım basılı bir paçavranın tersini ileri sürmesine rağmen, yüzümün korkunç çirkinliğini yüreğimin belki de taşımadığını yansız bir okurun bilmesi için…”8
Ama yine de Baudelaire, bulutlardan toprağa sürgün ozan, gökyüzünden yere indiğinde kanatlarını taşıyamayan bir albatros gibi ağır, dev kanatlarını toplayarak aşağılara iner ve alaycı gözlere rağmen, yürümesine engel olan kanatlarını sürüyerek sanatının yuvasını, metropolün kalabalıklarının devinimi ve düş gücünü harekete geçiren modern kaosun içindeki çirkinliklerin içine örer. Bunu, sanatçıyı benzettiği, anlaşılmadığı için alaya alınan albatros kuşu gibi yalnızlaşmak, dışlanmak ve alay edilmek pahasına yapar ve okuyucusuna çağlar öncesinden seslenir: “…gözlerin, / Uçuruma dalmayı biliyorsa, / Oku, beni sevmeyi öğrenirsin.”9
1 Charles Baudelaire, Kötülük Çiçekleri, Çev. Erdoğan Alkan, Varlık Yay., İstanbul: 2016, s. 20.
2 Charles Baudelaire, a.g.e., s. 327.
3 Charles Baudelaire, a.g.e., s. 42.
4 Charles Baudelaire, Modern Hayatın Ressamı, Çev. Ali Berktay, İletişim Yay. İstanbul: 2021, s. 210.
5 Charles Baudelaire, Paris Sıkıntısı, Çev. Erdoğan Alkan, Cumhuriyet Yay., İstanbul: 2001, s. 47.
6 Charles Baudelaire, a.g.e., s. 64.
7 Charles Baudelaire, Modern Hayatın Ressamı, Çev. Ali Berktay, İletişim Yay. İstanbul: 2021, s. 204.
8 Charles Baudelaire, Kötülük Çiçekleri, Çev. Erdoğan Alkan, Varlık Yay., İstanbul: 2016, s. 330.