İnsan günü yaşarken geleceğe dair hayaller kurar; huzurlu, sağlıklı, başarı hikâyeleri ile bezeli güzel günler görmeyi ümit eder. Hayatın gerçeklerinden beslenerek başına gelebilecek muhtemel olumsuzluklar için tasalanır. Umut ve kaygılarla yarını beklerken geçmişini de sorgular. Neticede kendisini bugüne taşıyan geçmişte aldığı kararlar, yaptığı tercihlerdir. Düne bakarak iyi kötü, doğru yanlış, faydalı faydasız her türlü tercihi ve atılan adımı görmek, bütün bunların sebep ve sonuçlarıyla yüzleşmek insanın, gelecekte karşılaşacağı durumlara nispeten hazırlıklı olmasını sağlar.
Toplumlar da insan gibidir. Nasıl ki insan öğrendiklerinden, geçmiş yaşamından hareketle geleceğine yön verir ve yaşamı bunların toplamıdır, toplumlar da geçirdikleri tarihî sürecin sonunda varlık kazanır. Bu sebeple insan, hem kendi varlığını hem de yaşadığı toplumun varlığını anlamlandırmak için tarihe ihtiyaç duyar. Çünkü tarih, Erol Güngör’ün tabiriyle “Bir milletin hayatıdır, hayat içinde karşılaşılan ve büyük ölçüde başkalarınınkinden farklı olan şartların ve bu şartlara yapılan tepkilerin hikâyesidir.” Tarih dediğimizde karşımıza milletlerin hafızasını oluşturan engin bir okyanus çıkar ve insanı atalarının hikâyesi ile buluşturur. Bazen iki devletin mücadelesi, bazen mezhep çatışmaları, bir devletin kuruluşunun ayak sesleri ya da hezimetlerin hüzün dolu sahneleri, mimari eserler, önemli buluşlar, şiirler, destanlar ve daha niceleri, hepsi tarihten bizi selamlar. Tarih, azmin, birlik ve beraberliğin insana yaşattığı zaferler ile bu zaferlere ulaştıracak gayreti anlatır. Aynı zamanda baş döndürücü güç ve ihtirasın, haksızlık ve zulümlerin toplumları ve insanlığı nasıl zelil duruma düşürdüğünü de tarihten öğreniriz. Bu özellikleri ile tarih, “yolu kutsal, faydası çok, gayesi şerefli bir ilim” olarak bize rehberlik eder. Ancak Hilmi Ziya Ülken’in dikkatimizi çektiği önemli bir husus vardır; “Medeni âlemde söz söyleyebilmek için her milletin tam bir şahsiyet kazanması ne derece zaruri ise bu şahsiyete erişebilmek için de kendi tarihinin şuuruyla kültür yaratma savaşına girişmesi o kadar zaruridir.”
Tarihi okumak, olayları kronolojik biçimde sebep ve sonuçlarıyla sıralamak, bütün bu olayları gelişigüzel ve belli bir zamanda yaşanıp kalmış vakalar olarak telakki etmek kişiyi bir bilinç düzeyine ulaştıramaz. Ancak kişide tarihin akışı hakkında bir kanaat oluşmuş ve yaşananlar anlamlı bir bütünün parçaları olarak görülmeye başlanmış ise Ülken’in işaret ettiği tarih şuurundan bahsedilebilir. Bu şuur, insanın yaşadığı coğrafyada kök salmasını sağlar ve toplumla arasındaki bağı inanç, dil, örf ve âdet birliği ile pekiştirerek sosyal bir hafızaya dönüştürür. Bu yönüyle tarih bilinci, kültür ve medeniyetin temelini teşkil eder. Temeli sağlam olmayan herhangi bir yapının ayakta kalması nasıl mümkün değilse toplumlar da geçmişlerinden ibret almadan gelecekte varlık gösteremezler. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ifadesiyle: “Sıçrayıp ufuk değiştirmek bile ancak bir zemine basarak mümkündür. Bu zemin geçmişimizdir; onunla kuracağımız sağlıklı ilişki geleceğimizi belirleyecektir.”
Geçmiş ile sağlıklı ilişki kurabilmenin ilk aşaması tarihi sağlam ve objektif kaynaklardan öğrenmektir. Günümüzde tarihin çeşitli dönemlerine, önemli şahsiyetlerin hayatlarına duyulan merakın arttığı herkesin malumudur. Tarihî romanlara, dizi ve filmlere rağbet edilmesi de bunu destekler niteliktedir. Ancak bu eserler kaleme alınırken resmî evraklar yeteri kadar araştırılmış mıdır, tarihî gerçeklere ne kadar sadık kalınmıştır bunu cevaplamak oldukça güçtür. Popüler kültürün birer parçası hâline gelen bu çalışmalarda tarihî gerçekler, daha fazla okuyucu ve seyirci ile buluşmak adına bazen çarpıcı bazen abartılı aktarımlarla karşımıza çıkar. Bu durumda hakikat ile kurgunun birbirinden ayırt edilmesi gerekir ki bunu yapmak imkân dâhilinde midir bilemiyorum.