Abdullah Harmanci İle Söyleşi̇

“Her ruh yaralıdır ama bazı ruhlar bu yaranın türküsünü çağırır. Şarkısını söyler. Öyküsünü yazar.”

Ruhunu kat kat saran sert kabukları birer birer soyar ve öykü diye bir kenarda biriktirir yazar Abdullah Harmancı. Okuduğunuz her öyküsünden sonra onun ruhuna biraz daha yaklaşırsınız bu yüzden. Ruhuna yaklaştığınızda, bu dünyaya ait olamamışlığın acısını yazarak ve okuyarak hafifletmeye çalışan bir dünya acemisi görürsünüz. Öykülerinde okuruna işaret parmağıyla gösterdiği bir yön mutlaka vardır onun. Kafanızı çevirip o yöne baktığınızda yüreğinizi burkacak, içinizi titretecek bir hikâyeyle ve kahramanla karşılaşırsınız. Bu ay Abdullah Harmancı’nın işaret ettiği yöne baktık ve öykü dünyasına misafir olduk...

“Yazar, aradığı kitabı bulamamış okurdur.” Bu düşünceyi önemsiyorsunuz sanki. Sizi yazmaya iten şey böyle bir his miydi ya da sizi yazmaya iten şey üzerine hiç düşündünüz mü?

Neden yazdığım üzerine çok düşündüm. Ama bu bir kararla olmuyor. Yapmak istediğimiz çok şey var. Hangisini yapabiliyoruz? Sonunda ulaştığım kavram “zikir”. Yaşamamız için bize verilmiş olan “yazılım”ın doğrultusunda hareket ediyoruz. Herkes bir yazılımla geliyor dünyaya. Bütün mesele fıtratımıza uygun olan uğraşıyı bulmak. Kendimizi bilmek ve bulmak. İnsanın kendisini bilmesi ve bulması zor. Hatta başkalarını bilmemizden daha zor olan kendimizi bilmemiz... Başkalarını göre göre, tanıya tanıya, bile bile kendimize de çıkıyor yolumuz. Bir keresinde neden yazdığım sorulmuştu ve bunu soranlara şu cevapları sıralamıştım: “Başka bir şey elimden gelmediği için. Konuşmak mesleğinde bir hayli fakir olduğum için. Dünyanın ıssızlığından bunaldığım için. Söze değil yazıya söz geçirebildiğim için. Yalnızlığı sevdiğim için. İnsanlarla yapamadığım için. Her kuşakta bütün yeteneklerin saklı olduğunu ve kendimde de yazı’nın gizlendiğini bildiğim için. Çiçeğin açması, suyun akması, toprağın tozması kadar doğal bir hâl olduğunu düşündüğüm için. Rahmetli annem şiir yazdığımı öğrendiğinde sevinmişti. Bunun için. Yazdıklarımı okuyup şaşıranlar olduğu için. Yaşamaya başka bir yol bulamadığım için. ‘Yaşamayı bilemediğim’ için. Kelimelerin kalbine kalbinin kelimelerini koyanın hediyesine saygı duyduğum için. Bir keresinde Hakkâri’den bir okur mesajı almıştım. Bu okur için. Bu gibi nice mesajı düşünüp de atmaya çekinen nice okur için. Açmadıkça çiçek olamayan çiçekleyin, tozmadıkça toprak olamayan topraklayın, yazmadıkça var olamayan ruhum için.”

“Neden yaralıyım ben böyle ve nereden yaralıyım, bu yarayı ne zaman aldım, kim açtı bende bu yarayı?” Bunlar kahramanlarınızdan birinin içsel sorgulamaları. Öykülerinizin bütününe baktığımızda, hepsinin içinden aynı duyarlılıkla usul usul geçen yaralı bir ruh görüyoruz. Öykülerinizle hayatınız arasındaki bağ, bu yaralı ruh diyebilir miyiz?

Aslında dünyaya gelmek yaralanmaktır. Var olmuş olmak yaralanmaktır. Bilge ne demişti? “Hayat teselli bulmaktır.” Hayat, teselli aramak ise şunu sormak icap eder: Neyin tesellisi bu? Bir darbe alırsanız teselli ararsınız. Bir kaza geçirirseniz geçmiş olsun derler. Ne oldu da teselli aramaktayız? Teselli arayışımız nedendir? Var olduk. Ağrıyacağız. Bunun tesellisini arayacağız. Galiba yazmak dediğimiz şey de bu teselli arayışlarından biri. Bu sebeple “zikir” dedim. Varoluş sebebinize uygun olarak adımlar atacaksınız. İçgüdüsel bir şey bu. Şarkı söyleyenin şarkı söylemesi. Öykü söyleyenin öykü söylemesi. Öykü söylenmez elbet. Öykü yazılır. Hikâye anlatılır. Şiir söylenir. Her ruh yaralıdır. Onu dindirecek tek merhem de varoluşunun paralelinde bir yaşama şekli belirlemektir. Her ruh yaralıdır ama bazı ruhlar bu yaranın türküsünü çağırır. Şarkısını söyler. Öyküsünü yazar. Bazı ruhlar daha da yaralıdır.

İçinden insanın çekilip gittiği, yıkılmaya terk edilmiş evlere, geride bırakılmış fotoğraflara, içi boşalmış nesnelere dair derin bir duyarlılık hissinizin olduğunu sezmemek mümkün değil. Hatıraların, ruh dünyanızda acı veren bir etkisi var. Bu yazmakla ilgili bir duyarlılık mı?

Fâni olmak ve bunu biliyor olmak, sanırım az önce “yaralılık” durumundan bahsederken zımnen işaret ettiğimiz şeydir. Fâni olmak duygusu. Beni en çok yaralayan şey bu. Ama “Allah” var! “Allah var, trajedi yok!” demişti bir bilge kişi. Allah var ve sonsuz bir düzlükte yeniden buluşmak var. Sizin sorunuzda geçen sebepler, ruhumuzun yaralanma sebepleri... Uzun vadede trajedi kayboluyor. Kısa vadede kıstırılmış hissediyor insan kendisini. Benim öykülerimde en çok vurguladığım şey, Müslüman oluşumuzun, bu dünyada bazı maddi manevi sıkıntıları yaşamayacağımız anlamına gelmediğidir. Deneneceğiz. Sınanacağız. Bunalacağız. Müslüman olmak da içsel çelişkilere, tutarsızlıklara açık olmadığımız anlamına gelmiyor. “Allah var, trajedi yok.” derken, Müslümanın çelişkiler ve tutarsızlıklar içinde zorluklarla sınanmayacağını söylemiş olmuyorum. Dünyadan geçeceğiz. Dünya bizde iz bırakacak. “Asude olam dersen eğer gelme cihane / Meydana düşen kurtulamaz seng-i kazadan.”