Tüm Dünya Dijitalleşirse Analog Hayata Ne Olacak?

Bundan çok değil on yıl önce, çocukların en büyük hayali dijital bir saate sahip olmaktı. Bu hayaldeki dijital saat günümüzdeki akıllı saatlerin çok gerisinde, akrep ve yelkovan olmadan, sadece saati gösteren rakamların olduğu, dijital olarak öğrenmemizi sağlayan basit bir sisteme sahipti. Günümüzdeyse artık iletişim kurabildiğimiz, mesajlarımızı ve bildirimlerimizi kontrol edebildiğimiz, temel sağlık verilerimizi anlık olarak izlediğimiz akıllı saatler hepimizin hayalini süslüyor. Bir ulaşım aracı olarak henüz görülmezken, bisikletler ve ayaklarımızı yere sürterek hareket kuvveti uyguladığımız scooterlar da günlük eğlence ya da kısa mesafede kullanılan araçlar olarak zihnimizdeyken, bugün elektrikli bisikletler hayatımıza girmiş durumda. Bununla birlikte sürdürülebilir bir kent yaşamı için ortaya çıkan paylaşımlı araçlarla birlikte elektrikli scooterlar, şehir içi ulaşımında en çok başvurulan araçlar olarak öne çıktı. Renkli ekranlı, polifonik melodiler çalabilen, düşük kalite fotoğraf çekebilen telefonlar bugün yerini, cebimizde taşıdığımız bilgisayarlar olarak görebileceğimiz akıllı telefonlara bıraktı ve bununla birlikte gelişen internet ağ yapısı, veri teknolojisinin ilerlemesi, bu sayede gelişen yapay zekâ sektörü derken, dünya on yıl öncesine göre sadece filmlerde görebileceğimiz sahnelerin yaşandığı bir gerçekliğe evrildi. Bu evrilmenin devam edeceği öngörüsü yanlış bir öngörü olmamakla birlikte, herkesin zihnine bir soruyu getiriyor: “Eğer teknoloji böyle ilerlemeye devam edecekse on yıl sonra tamamen dijital bir dünyada mı yaşayacağız?”

Tamamen dijital bir dünyada yaşama fikri/kaygısı/sorusu genelde bilim kurgu romanlara ve son yıllarda gelişen Amerikan sinemasında yer alan sahnelere göre şekillenmekte, bu da dijitalden ne anlayacağımıza ya da geleceğin dijitalliğinin neye benzeyeceğine dair doğru düşünceler geliştirmemizi engellemeye sebep olmakta. Bugün gelişen yapay zekâ teknolojisine dair aklımıza ilk gelen imgenin dünyayı istila edecek bilgisayarlar olması sanallık temelli gelişen teknolojiler için ilk eleştirimiz olan gerçek yaşamın bitip sanal dünyaya hapsedileceğimiz korkusunun gelişmesi ve hepsiyle birlikte karanlık bir geleceğin var olacağı, bu varoluştansa kaçılamayacağı yanılgısı, soruyu doğru bir temele oturtmamızı engellemekte, bunun sonucu olarak da doğru bir cevap bulmanın imkânsız hâle gelmesine sebep olmakta.

Dijital İlerlemenin Bir Sonu Yok mu?

Bu soruya doğru bir yanıt vermek için aslında en başa dönmemiz gerekiyor: Dijital sistemleri var eden elektrik aktarım teknolojisine. Elektriğin keşfiyle birlikte günün her saati insan etkisi dışında bağımsız sistemlerin gelişmeye başlaması, bu sistemlerin üretim süreçlerini etkilemesi ve her şeyden önemlisi de bilginin aktarımı ve saklanması için bilgisayar teknolojisinin hayatımıza girmesi, dijital tarihin ilk başlangıç noktası olarak sayılabilir. Ancak bu başlangıca baktığımızda, yine evrenin kendi kanunları içinde yer alan fizik, matematik gibi temel bilimlerde süregelen binlerce yıllık ilerlemenin bu kırılmayı oluşturduğunu da göz ardı etmememiz gerekiyor. İlk bilgisayarın üretilmiş olması büyük bir devrimdi ama devasa boyutlarda olması elbette dijital devrim için zorluk oluşturmaktaydı. Bilgisayarların küçülmesi ve bir masa üzerinde kullanılır hâle gelebilmesi için veri aktarımının daha kolay yapılması gerekiyordu.

1907 yılında icat edilen vakum tüpleri televizyon, bilgisayar ve radyo gibi araçları hayatımıza sokmuştu. Ancak bu aletlerde yer alan lambaların çabuk ısınması, çok elektrik tüketmesi ve hemen bozulması ciddi bir sorundu. Burada bu sorunu çözecek dahiyane bir fikir olarak transistörler karşımıza çıktı. 1934 yılında ise Alman mucit Oskar Heil tarafından patenti alınan transistör, temel anlamda “küçük bir değerdeki gerilim veya akımla, büyük miktardaki akımı veya gerilimi kontrol etmek için kullanılan yarı iletken bir devre elemanı”dır. Daha küçük alanda büyük enerji iletimi için olmazsa olmaz bir teknoloji olarak hâlâ hayatımızda yer etmektedir. Transistörlerle birlikte uzun süreli çalışabilen elektrik teknolojisi temelli teknolojik ürünler hayatımızda yer almaya başladıkça ve özellikle bilgisayar gibi dijital çağın en önemli elemanı evlere girdikçe, bu teknolojinin nasıl ilerleyeceği, ilerleme hızının ne olacağı sorusu ortaya çıkmış, burada da “Moore Yasası” ortaya atılmıştır. İntel şirketi kurucusu Gordon Moore tarafından ortaya atılan yasa temelde “Her 18 ayda, bir tümleşik devre üzerine yerleştirilebilecek bileşen sayısı iki katına çıkarken, üretim maliyetleri aynı kalır, hatta düşme eğilimi gösterir.” ön kabulünü içermektedir. Yani basitçe, teknolojik aletlerin ilerleme hızının 32-64-128-…-1024 mb ramler üzerinden ilerlemesi bu formülasyona dayanır.

Yeni Gerçeklikte Teknolojinin Varacağı Yer Neresi Olacak?