“modern Hayat Bizden Hikâyemizi Aldı.”

ŞABAN SAĞLIK

Gabriel Garcia Marquez, Anlatmak İçin Yaşamak’ta “Hayat, insanın yaşadığı değildir; aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır.” der. Marquez anlatmak istediği şeyi seçmek için çok uzaklara gitmez. Görmediği ülkeleri, koklamadığı mevsimleri, yaşamadığı evleri, konuşmadığı insanları değil kendini seçer. Kolombiyalı yazarın zaten çok karakteristik bir ülkesi ve ilginç bir ailesi vardır. Ölümün hiç ölmemişcesine insanların içinde yaşamaya devam ettiği bu ilginç hikâyeleri daha doğrusu hikâyelerin hikâyesini anlatır belki de bu yüzden Marquez.

Bu ay “hikâye”nin üstadı diyebileceğimiz bir yazarı, Şaban Sağlık’ı konuk ediyoruz. Sağlık, “İnsan bir hikâyeler koleksiyonu bir hikâyeler ambarıdır.” der. Marquezinki kadar ilginç olsun ya da olmasın, yazılsın ya da yazılmasın her insan bir hikâye taşır içinde. Şaban Hocamızla “hikâyem var, öyleyse yaşıyorum”u, bu hikâyelerin nasıl sanata dönüştüğünü, hikâyenin kültürümüzdeki yerini ve daha pek çok şeyi konuştuk.

Mantıku’t-Tayr’dan Mesnevi’ye Kelile ve Dimne’den Binbir Gece Masalları’na kadar pek çok hikâyeyi ya da kıssayı hâlâ ilgiyle okuyor, anlatıyor, tekrar tekrar dinliyoruz. Diyebiliriz ki hikâye bizim ruhumuza yerleşmiş, vazgeçilmezimiz olmuş. Hikâyeyi bizim için bu kadar önemli ve etkileyici kılan şey nedir diye sorsam neler söylemek istersiniz?

Edebiyat literatüründe “anlatma” ve “gösterme” kavramlarıyla ifade edilen iki tür ifade tekniğinden söz edilir. Hatta bu iki tarz, “bilgi sahibi olma” (anlatma) ve “bilince dönüştürme” (gösterme) şeklinde de anlaşılabilir. Genel anlamda sanat (ki biz “sanat” anlamında da “hikâye” kavramını kullanırız; çünkü her sanat türü, insanın hikâyesini yansıtır) “gösterir”, sanatsal olmayan bir sunum da “anlatır”. Bu yüzden, anlatılan şey anlık etki yapıp kısa sürede unutulur; buna karşı hikâye “gösterdiği” için insanda derin bir etki bırakır ve unutulmaz. Hani derler ya: “Bizzat gözlerimle gördüm.” Öteki ise “…öyle bir şey olduğunu duymuştum” şeklinde tezahür eder. Sizin de söylediğiniz gibi hikâye hep çarpıcı bir şekilde “gösterdiği” için asırlarca güncelliğini korumuştur. Hikâye şeklinde olmayan dilsel bir ifade sadece “bilgi” verir; hikâye ise “bilinç” kazandırır. “Bilgi” çabuk unutulan bir şeydir; oysa “bilince” dönüşen bir bilgi, yani hikâye kolay kolay unutulmaz.

Hikâye/Anlatı/Yorum kitabınızda “mesel” kelimesine değiniyorsunuz. Onu bütün sanat dallarını ifade eden bir üst (şifre) şeklinde tarif ediyorsunuz. Kültürümüzün yapı taşlarından biri olan “mesel”i biraz açabilir miyiz?

Bizim kültürümüzün asıl kelimesi esasında “hikâye” kelimesidir. İkincil bir kelime sorarsanız “kıssa” kelimesini anabiliriz. Bu yüzden medeniyetimiz için “hikâye medeniyeti” (kıssa medeniyeti) tabiri kullanılır. Burada “hikâye” kelimesini bir edebiyat türü olan “hikâye” ile sınırlandırmıyoruz. Çok geniş anlamda kullanıyoruz. Belki de -yukarıda da değindiğim gibi- “sanat=hikâye” bağlamında kullanıyoruz. Bu manada şiirde, hat sanatında, masalda, menkıbede, musikide, hatta mimaride bile bizim insanımızın hikâyesi anlatılır. Bahsettiğiniz “mesel” kelimesine gelince, şunu belirtelim: “Mesela” diye başlayan her şey bir hikâyedir. “Mesela” kelimesi de “mesel”den gelir. Hatta “masal” da bu köke dayanır. Bu açıdan bakılınca her hikâyenin kökü “mesel”e dayanıyor. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, hikâye “gösterir” ve görene “bilinç” kazandırır. Bir başka ifadeyle bir şeyi doğrudan ve mecazsız aktarırsanız, o şeyin pek bir kıymeti kalmaz. Oysa mesel bağlamında bakarsak, söz konusu şeyi bir metafor, bir teşbih veya imgeye dönüştürmüş olursunuz. Metafor, teşbih veya imgeye dönüşen bir anlatı ise artık bir meseldir (yani hikâyedir). “Mesel” ve “kıssa” demişken burada şunu da hatırlatalım ki Yüce Allah da hikâye (kıssa) anlatıyor. Bütün kutsal kitaplarda, tabii ki son kutsal kitap Kur’an-ı Kerim’de de Yüce Allah kıssalara yer verir. Hatta Kur’an’ın on ikinci suresi olan Yusuf suresinde bizzat “ahsene’l-kasas” ifadesi geçer. Ne demektir ahsene’l-kasas? Kıssaların en güzeli, hikâyelerin en güzeli, demektir. Büyük romancı Tolstoy, bu tabiri (ahsene’l-kasas) merak eder ve Sanat Nedir? adlı kitabında izah eder. Tolstoy kısaca şunu söyler. Yusuf Kıssası’nda dünyanın bütün ülkelerinde görülebilen insanlık durumları anlatılır. Nedir bu durumlar? Kıskançlık, kardeş kavgası, babanın evladını sevmesi, güzele herkesin âşık olması, dürüst insanların eninde sonunda mükâfatını alması… İşte der, Tolstoy, Yusuf Kıssası’nı “ahsene’l-kasas” yapan, bütün insanlık durumlarının bir hikâyede (kıssada) bir araya getirilmiş olmasıdır. Yani hikâyede (meselde) bu manada “bir taşla birden fazla kuş vuruluyor” âdeta. Kitabımızda bunu ifade etmeye çalıştık.