Anlam, anlamsızlık ve anlaşılmazlık görüntüsü ardına saklanır bazen. Derinlere dalmayı göze alamayanlar o anlama muhatap olmasın diye. Derinlerdeki anlam böylelikle bulur hakiki muhatabını. Hayatın anlamının peşine düşenler için de geçerli değil midir bu? Hayatın anlamı olmasa da hayatı anlamanın anlamı bu sorunun derinliklerine düşmeyi göze alanlara bahşediliyor bu yüzden.
Meselesizliğin en büyük mesele olduğu bu zamanda, hayatın anlamı bahsi hâlâ en mühim meselelerden biri. Asırlardır başka dinamiklerle güncellense de zihnimizin derinliklerinden kendine yer bulmaya devam ediyor. Bu kadim soruyu bir kitapla çoğaltan Erol Göka, Hayatın Anlamı Var mı? adlı kitabında şöyle söylüyor: “Hayatımızın anlamına tek bir cevap aramak, bir satranç şampiyonuna ‘Üstat, satrançta en iyi hamle hangisidir?’ diye sormaya benziyor.” Tek bir “en iyi” yoktur. İnsanlar adedince en iyi vardır. Her insanın en’i, iyi’si ve en iyi’si farklıdır çünkü. İnsanın birinci olma tutkusunun anlamını kaybettiği yer, kendi en iyisinin keşfine vardığı bu noktaya tekabül ediyor.
Hayatın anlamının peşine düşmenin, dünyadaki tüm konfor alanlarımızdan uzak düşmek gibi bir bedeli var. Bu fazlasıyla masraflı ontolojik soruyla en çok “varoluşçular” ilgilenmiştir bu yüzden. Varoluşçular, “Tanrı inancı olan varoluşçular” ve “Tanrıtanımaz varoluşçular” olarak ikiye ayrılırlar. Ali Şeriati Dua kitabında bu konfor alanından çıkan iki grup arasındaki farkı, ayrılık ve yalnızlık bağlamında şöyle izah ediyor: “Sartre’ın, Heidegger’in, hiççiliğin, modern saçmalığın ve hatta günümüz Batılı varoluşçuluğunun söylemek istediğiyle aynı olmadığı için onların etkisi altında yalnızlık kelimesini kullanmamam gerektiğinin farkına varamamıştım.” Bu cümlenin akabinde kendi hayat felsefesine en uygun düşecek kelimenin “ayrılık” olduğunu ifade eder.
Hayatın Acemisi
Hayatın anlamı sorusundan uzaklaştıkça konfor alanı artıyor, yaşamda ve kazanmakta ustalaşmaya başlıyor insan; buna tezat olarak hayatın anlamı sorusuyla meşgul oldukça hayatın acemisi olmaya başlıyor. Tutunamayanlar kitabında Oğuz Atay, benzer bir varoluş buhranına düşen bir karakteri ve onun hayatını konu alır. Kahramanı Selim Işık, hayat karşısında “hayatın acemisi” olan bir duruşla ama yüksek bir farkındalıkla yaşamın derinliklerine dair soruların peşine düşer.
Birini “o” yapan hikâyeyi dinleyince, evvelden katlanılamaz gelen çoğu şeye empati ve hatta sempati gösterebiliyor insan. İnsan çoğu kez hikâyesinde saklı. Tahammülün zarafeti ise; o bambaşka hikâyeler miktarınca. Zarafet, tesir ettiği her şeyi kendine benzetiyor. Kelimeleri bile. Tahammüle temas eden zarafet; hoşgörü oluyor mesela. İnceliyor mana bile. Kötü deneyimler, varlığımızdaki nakıslıkların tekâmül vesileleri değil midir? Bir harfi onlarca kez çizdiren öğretmen gibi davranıyor “Hayat”. Anlamayanlara aynı ödevi, düzeltene kadar tekrar ettiriyor. Azmedenlere ise hakkını veriyor. Hayatın soruları en zor yerden gelmiyor; zorlandığımız yeri en zor sanıyoruz yalnızca. Kaygı, şefkat, hırs, kibir, itibar... nerede zorlanıyorsak onu koyuyor sınav diye önümüze. Azmet, aş ve geç diyor bunları. Hayat bir raddeden sonra derdi seçmeyi değil ama dert hiyerarşisi yapmayı öğretiyor insana ayrıca. Azalan dermanla ve çoğalan dertlerle baş etmenin başka yolu yok çünkü.
Sentetik Cennet Vaadi
Bedeli varoluş buhranları, hayat acemiliği olan bu varoluş yoluyla beraber; modern zamanlar bize aşkın, gücün, mutluluğun formülünü veren “kocaman gülümsemeli” aşk, güç, mutluluk üstatlarıyla da dolu. Evrenin sırrını çözmüş gibi bir bilgelikle(!) kısıtlı deneyimlerinden devşirdikleri formülleri üstümüze saçıyorlar. Yaşamın sonuna kadar sürdürülebilir aşk, güç, mutluluk müjdeleyen sentetik bir cennet vaadi... Bunların bizi tatmin etmeye yeteceğini kim vadetti ki? Hem aslolan anlam değil miydi? Anlamlı bir hüzün; mutluluk zannedilen sentetik bir neşeyle değiştirilmeye değer mi?
Mutlak aşk, mutlak mutluluk, mutlak huzur, mutlak başarı, mutlak sadakat, mutlak kendilik yoktur. Bunların hepsi idealdir; bir optimum noktası. Varılmaz, ancak yaklaşılır onlara. Bunları bir hedef noktası belleyip yaşamının amacı ettiğinde, kaçınılmaz bir hayal kırıklığı yaşıyor bu yüzden insan.
Nefret Aptallık; Sevgi Bilgeliktir
Bertrand Russell, kendisine yöneltilen ‘’Bundan bin yıl sonrasında yaşayan nesillere yaşadığınız hayat ve bundan çıkardığınız dersler hakkında ne söylerdiniz?’’ sorusunu bir video kaydında şöyle cevaplıyordu: “Nefret aptallık; sevgi bilgeliktir.” Bu yalın çıkarım, hayatın anlamının özüne dair hakikati işaret ediyor gibi. Sevginin bilgelik olduğu bilgisine uzak olsak da nefretin aptallaştırıcı etkisinin bilgisine sahibiz. Akıl, en değerli hazinesini (zamanı) asla israf etmezken; nefret en büyük ziyan edicidir. Nefret, onunla beslenenlerin zamanlarını çalarak kendi besinini temin eder.