Kale, seni insanların yüreğinde kuracağım.
(…) ben Tanrı’ya hizmet ederim, sonrasızlığı severim ben.
(…) Tanrı kımıldadı mı tüylerim ürperir.
Antoine de Saint-Exupéry
Sonra şenlik biter, ışıklar söner ve konuklar dağılır. Gün ağarınca ortaya çıkar, geride yıkıntılar ve sönmüş ateş kalmıştır. Harman yeri dolar ve yorgun bir telaşla boşalır. Bahçeler gönenir bahçıvanın uğultulu parmaklarında sonra ılık bir sıcaklık yayılır, güller soyunur renginden. Ay ışığında kabarır deniz, dalgalar dürülür sonra geri çekilir. Boşluğu saran kıvrımlarıyla bir deniz kabuğu, köpüklerin içinde kıyıya vurur. Gece çöker tenhalaşır çöl, soğur, yıldızlar daha dolgun parlar. Uzansam tutacağım sanırsın, uzanırsın, kayar gider boşluğa. Büyür, serpilir sonra içinden çürür bir ağaç, mevsimlerin ve yılların hatıralarıyla dolu bir sandık gibi yıkılıverir, dağılır hatıralar. Bir tapınağın yontulmuş ilk taşını yaralı eller koyar ve başka eller yükseltir onu, bittiğinde her taşı ışıldar. Sonra bu ulu tapınağı yavaş yavaş çökertir o küçük sarmaşıklar. Bir kuş gelir yuva örer taşların arasına, yıkılmış tapınak şenlenir, eller iyileşir yaralarından ve boşalır yuva, geride kırılmış kabuklar kalır. Ne derler bilirsiniz işte: Bir varmış, bir yokmuş.
Bir bahçeyi gönendiren ve tarumar eden, bir kabuğun içini dolduran ve boşaltan, bir gülü kızartan ve solduran, bir tapınağı yükselten ve taşlarının içinde yol yol işleyerek tapınağı ufalayan o bitimsiz rüzgâr; zaman. Tanrısal düğüm çözülünce, parçaladığı oyuncakların arasında oturan bir çocuk gibi oturur içini boşalttığı şey’lerin üzerine zaman ve bütün izler kaybolur. Oysa ben, zamanın ufalayamayacağı ölümsüz taşlarla yürekte örülen bir kale’den ve onun mistik mimarından bahsedeceğim size; uçuşan sarı saçlarıyla yıllardır edebiyatımızın çölünde gezinen Küçük Prens’ten; Antoine de Saint-Exupéry’den.
Exupéry’yi tanımak gökyüzünü, dingin ovaları, fırtınalı dağ gecelerini ve en çok da çöl yolculuklarını anlamak demektir bir bakıma. Çünkü hem hayatının kırılma noktası hem de bir imge olarak felsefesinin ve kitaplarının merkezindedir çöl. Exupéry pilottur ve uçağı günün birinde çölün tam kalbine, Libya çölü sınırlarına oturur. Bu, onun gözünde bir kazadan çok herkese sunulmayan nadir bir fırsattır. Çünkü, “…susuzluktan ölüyorum ve susuzluğumu dindirecek hiçbir şey bulamıyorum. Benim hakikatim nerede saklı.”1 diyen Exupéry için çöl, susadığı hakikate en çok yaklaştığı yerdir. Sanatının özünü yaşamıyla besleyen, kitapları bir tohumun filizlenmesi ve büyümesi gibi gizli bir devinim içeren Exupéry için bu kaza ve çölde yaşadıkları, o günden sonraki bütün eserlerine ilham olur. Kazayı ve çölde yaşadıklarını anlattığı İnsanların Dünyası’nın zemininde, çölde kendisine hakikati ilham eden Küçük Prens’in filizleri yeşermeye başlar ilk. Tamamlayamadan öldüğü Kale’de ise bu filiz büyür, serpilir. Sanki Küçük Prens büyümüştür ve bilge babasının bıraktığı çöl imparatorluğunu devralması istenen çöl prensidir artık. Çöl prensi, birçok hakikati benimsetmek ister halkına ama bunlardan en önemlisi yüreklerinde kurmak istediği, onları ölümsüzlüğe taşıyacak kale’dir.
O, bir kum fırtınasında silinip gidecek insan soyuna acır ve fırtınanın yok edemeyeceği taşları dikmeye, zamanın silemeyeceği bir iz bırakmaya sevk eder halkını. Peki zamanın durmaksızın şakıyan kırbacından kim kurtarabilir sırtını? Mümkün müdür ölümsüzlük? “Şu temel ilkeyi… insandan daha çok süren tapınağı kurmanın önemli olduğunu öğrendim. İşte bundan böyle, kendilerini kendilerinden daha değerli olanla değiştiriyorlar sevinçle.”2 diye cevaplar çöl prensi bu soruları. İnsanın kendi benliğinde ardından gittiği ne varsa ölümlüdür; kurtarılması gereken daha sürekli daha başka bir tarafı vardır onun ve asıl önemli olan onu ölümsüzleştirmektir. Bu ise kendini aşan bir hakikate inançla bağlanmakla sağlanabilir ancak. Bizi kendimizin dışına çekecek olan budur. İnançla ürettiği yapıtlardan doğacaktır insan; onu kendisine hizmet etmek zorunda bırakan yapıt bencil ve gündelik yanlarından arındıracaktır onu. Çünkü insan, varlığında taşıdığı şeyle değer kazanır ve anlamını yapıtından alır. İnsan soyunun zaman içindeki yürüyüşünü ve bıraktığı izi görmek istersen şayet, şiirlere, taştan heykellere ve hâlâ yükselmekte olan tapınaklara çevir gözlerini. Ölümsüzlük izini onlarda bulacaksın, çünkü onları yapan ellerin gündelik yanları ölümsüzlük ateşi içinde erimiştir.