Tabiatın Dili; İncir Ortaklığı

Tuba Dere

Bu yaz mahallemizin ağaçları meyveyle dolup taştı. Kayısılar, erikler çiçeklerini mısır gibi patlatarak; vişneler, kirazlar gelin gibi süslenerek ilkbaharda bolluk ve bereketin müjdesini vermişlerdi zaten. Sözlerini tuttular, vaatlerini cömertçe yerine getirdiler, önce gözümüzü gönlümüzü sonra karnımızı doyurdular. Üstelik hepsi baharda meyveye dursa da bereketli sofralarını kurmak için sıralarını beklediler ve bizi hiç aç bırakmadılar. Önce erikler, kirazlar, ardından vişneler ve dutlar oldu. Onları kayısı ve karadutlar takip etti. İncili küpe gibi asmalardan salınan üzümler tatlanmak için ağustosu, al yanaklı Anadolu kızları gibi elmalar, sulu sulu armutlar, ballı incirler eylülü, iri ekmek ayvaları, yakut taneli narlar ekimi bekledi.

Hepsi pek iştah kabartıcıydı. Dutlar, vişneler, kayısılar olup da yerlere dökülmeye başlayınca ben de “göz hakkı”mın peşine düştüm. Görebildiğim apartman sakinlerinden, bahçe sahiplerinden izin isteyip meyvelerinden yedim. “Şuradaki kayısı hem iri hem tatlı”, “bu sokakta bir erik var, kütür kütür” gibi lezzet durakları olan bir yürüyüş rotası belirledim hemen kendime. Bilenler bilir, her ne kadar çarşı pazar meyve dolu olsa da dalından yeni kopmuş meyvenin tadı başkadır.

Çocukluğumda incirin kıymetini bilmezdim. Bağda, bahçede elimizi uzatsak alabileceğimiz kadar bodur ve genç olanlardan, kalın gövdeli ve heybetli olanlarına kadar bir sürü ağacımız vardı oysa. Beyazı ayrı karası ayrı lezzetliydi. O güzelim incirlerin yüzüne bakmaz, dedem “Toplayın, yiyin!” dedikçe burun kıvırırdık. Ama çocukluk hatırasıdır; incirin yağmura, rüzgâra karışan, kendine mahsus ballı, sütlü kokusunu nerede duysam tanırım. İncir inadını da iyi bilirim. Bir kere tohumu düşmeye görsün; dağa, taşa direnir, kayalardan fışkırır incir. Kolay tutunur, zor vazgeçer.

İncirler Anadolu’da yaz sonu hatta sonbahar ekinoksuna yakın olmaya başlar. Evvela güneşi görenler olgunlaşır. Bazıları kendini pat diye yere bırakır, böceklere açar sofrasını sonra ezilip toprağa karışır. Bazıları sımsıkı tutunmuştur dalına. Olgunlaşıp çatlasa da kolay kolay yere düşmez. Çok yükseklerde olanlar zaten kuşların kısmetidir.

Hiç yemediğim kadar incir yedim bu yıl. Elini, kolunu bahçelerden sokağa uzatmış incir ağaçları her gün öğle saati yürüyüşlerimin uğrağı oldu, meyvelerinden birer ikişer ikram edip damağımı şenlendirdiler. Bu yürüyüşleri güzelleştiren yalnız incir ağaçları değildi tabii. Meğer bu incirin seveni ne çokmuş; eli açık, gönlü zengin kadınlar, çalışkan apartman görevlileri, yardımsever inşaat işçileri ve sevecen gençlerle ezcümle mahalle ahalisiyle aramızda bir incir ortaklığı kuruldu.

İncirlerinden yemek istediğim bir teyze, “Aşağı geleyim de bana da topla yavrum.” deyip elinde bir poşetle bahçeye indi mesela. Gelip gidip dalları yoklayarak olgunlaşmış incir aradığım bir başka gün, bahçe duvarına oturmuş dinlenen bir mahalleli bana yardımcı oldu. Ben parmak uçlarımda yükselip bir tanecik meyve koparabilir miyim diye bakınırken al yanaklı, tombul kadıncağız bahçeye dalıverdi. “Aman bahçe sahiplerini kızdırmayalım.” dememe kalmadan çekiştirdi ağacın kollarından. Benim şaşkın bakışlarım arasında bir yandan çocukluğumuzda yaptığımız gibi kazağının eteğine meyveleri dolduruyor bir yandan da “Bu inciri diken diriyse Allah sağlıklı, uzun ömür versin; ölüyse nurlar içinde yatsın.” diye dua ediyordu. Yan apartmanın penceresinden yaşlı bir teyze sarktı o sıra: “Kızım baksana!”

“Aha, yakalandık, şimdi paparayı yiyeceğiz!” diye içimden geçirirken teyze, “Bu telefondan hiç anlamıyorum, bana Ayşe Hanım’ı arasana.” deyip telefonunu elime tutuşturdu. Ben telefon rehberinden Ayşe Hanım’ın numarasını arayadurayım, “Yiyin, yiyin,” dedi teyze, “apartmandakilerin izni var. O ağacı diken vefat etti, ona dua edin yeter.” O sıra kafamda şimşekler çaktı. Meyve çekirdeklerini biriktirerek onları yol kenarlarındaki boş arazilere atıp toprakla buluşturan çevreci bir arkadaşım aklıma geldi. Dünyada bir dikili ağacı olmak işte tam anlamıyla buydu ve benim henüz yoktu.

Başka bir gün ayaklarının üstünde yaylanarak yürüyen bir genç kız tatlı tatlı gülümseyerek yanıma yaklaştı, bir şey söyleyecek gibi baktı yüzüme ama konuşmadı. “İncir almaya çalışıyorum.” dedim, ağacın altında bekleyişimi açıklamak için. “Siz şunu tutun!” deyip keten çantasını koluma geçirdi ve uzun bacaklarıyla âdeta bir şempanze kadar çevik bir şekilde, kaşla göz arasında bahçenin duvarına sıçrayıverdi. Aynı çeviklikle yere zıpladığında -gökten düşen üç elma gibi- avcunda üç incir tutuyordu, “Biri sana, biri bana, biri de pencereden bizi izleyen amcaya.” diyecek sandım ama o ikisini benim elime tutuşturdu, diğerini lüp diye ağzına attı. Işıldayan gözlerini kırpıştırarak çantasını kolumdan aldı. Ben teşekkür bile edemeden geldiği gibi seke seke kuş olup uçtu. Ardından bakakaldım.