Sıcak bir yuva. İçi çocuk ve ıhlamur kokan. Ortada bir soba. Üstünde fokurdayan bir şeyler... İki oda, perdeler boydan kısa. Ama sıcak bir yuva. Her şey basit gibi ama inceliklerle dolu.
Mehmet kahraman, bir kitabına annem ve babam için diye başlar. O sıcak yuvadan çıkar ilkin her şey. Anlattığı insanlar basittir, belki sıradan. Bir anne, bir baba, bir çocuk, bir asker, bir memur… Ama o basitin ardında binbir inceliği yakalar Mehmet Kahraman. O basitlikten kendi hayatının kahramanı olarak çıkmak ister insanlar…
İnsan hayatta her şeyin tam olmasını ister; evinin, arabasının, eşyasının… Sonu yoktur bu isteklerin. Öykülerinizin çoğunda özellikle de Işıklar Açık Kalsın’da insanın bu isteğine karşılık “Her şey tam olmasa da olur.” mesajı alıyoruz çoğu zaman. Tam olan eksilebilir hatta yok olabilir, tam olmak mutlu olmak değildir. İçinden geçtiğimiz şu zor ve acı zamanlarda pek çok insanımız gibi siz de yardım sahalarında çalıştınız. Bir tarafta her şeyini kaybeden insanlar gördünüz bir tarafta olmasa da olur deyip veren insanlar… Söyleşiye bu konuyla başlamak istiyorum. Bir yazar olarak neler geçiyor içinizden?
Öncelikle ülkemize ve bilhassa afeti yaşayan insanlarımıza geçmiş olsun demek istiyorum. Hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, kalanlara sabır ve başsağlığı diliyorum. Büyük bir afet oldu. Herkes için zor bir süreç. Biz o anı yaşamadık ama hepimiz aynı acıyı hissettik, hissediyoruz. İnsanız sonuçta, birimizi üzen şey hepimizi üzer. Sorunuz öyküden alıntıladığınız cümle ile daha iyi açıklanıyor aslında. Ben Konya’da depremzede ailelerle ilgilendim. Birçoğu her şeyini kaybederek gelmişti. Üstümüzdeki kıyafetlerle geldik dedi pek çoğu. Onlardan şu cümleyi çok duydum: “Her şeyim tamdı.” Her şeyimizin tam olmasını istiyoruz ama isteklerin sonu yok ki. Biz maalesef mutluluğu, tatmini arzuların giderilmesinde arıyoruz. Her şeyimiz tam olursa mutlu oluruz zannediyoruz. Oysa bir arzuyu giderdiğinde bir başkası çıkar ortaya. Bunun sonu gelmiyor. Önemli olan hiçbir şekilde kaybolmayacak şeylere yatırım yapmaktır. Elbette eşyalarımız olacak, olmalı da ama onları merkeze alıp kalan ömrümüzü heder etmememiz gerekiyor. Bir ömür sanki eşya için yaşıyor gibiyiz. Durup dinlenecek, düşünecek, nefes alacak zamanımız olmuyor. Bunun içine bir de sosyal medya girince bize ait olmayan bir hayatı yaşamaya çalışıyoruz.
Son zamanlarda sanat üzerine çalışmalar yapıyorsunuz. Sanatın başlangıcına dair bir soru sormak istiyorum. Mağara duvarlarındaki resimlerden tutun da Mısır krallarının mezarları içindeki resimlere, Mezopotamya’daki anıtlara ya da Göktürk Kitabeleri’ne kadar insanın hep bir şeyler anlatma gayreti içinde olduğunu görüyoruz. Sanat anlatma gayretinden mi doğmuştur? Eğer öyleyse insan neden anlatmak ister? İnsan sanata neden ihtiyaç duyar?
Bunun temel nedeninin anlatma isteği olduğunu düşünüyorum. Ama önce ihtiyaç ne demek onu tanımlayalım isterseniz. “İhtiyaç”ın kelime anlamı “gereksinim, güçlü istek, yokluk” demek. Kişi neyin yokluğunu çekiyorsa ona gereksinim duyuyor demektir. Bu nedenle ihtiyaçlar çeşitlidir. Hepimiz bir şeylerin yokluğunu duyarız lakin onu giderme şeklimiz farklılaşır. Ben sanatın insanın anlatma isteğinden kaynaklandığını düşünüyorum. İnsan anlatmak istiyor ve anlattıkça kendini yeniden inşa ediyor. İnşayı kişisel gelişim olarak anlamayalım. Bir muhatabının olması, varlığının kabul edilmesi veya potansiyelinin ortaya çıkması, anlatarak mümkün oluyor. Anlatmayı da edebiyatla sınırlandırmamak lazım çünkü resim, müzik gibi pek çok yol var ifade biçimi olarak. Kitabeler, mağara resimleri, türküler insanın ifade etme isteğinden doğuyor. Peki, buna neden ihtiyaç duyuyoruz? İsmet Özel bunu daha güzel ifade ediyor: “Yokluğunu hissettiğimiz bir şeyleri tamamlamak için.” İnsan kendine yetecek donanımla dünyaya gelmiyor, hayatı burada öğreniyor ve bu öğrenme hiç bitmiyor. O yüzden sürekli bir tatminsizlik yaşıyor ve bu nedenle de devamlı bir arayış içinde. Mevlana, “Asılı kaybetmişse bir insan, arar.” der. Asıl yurdundan uzak olan insanın hüznüdür yaşadığımız. Ama çoğunlukla bunun farkına varamaz, tatmin arayışıyla oradan oraya savruluruz. Sanat bize bir pencere açar bu noktada. İnsanı anlatarak bireyin potansiyelini ortaya çıkarır. Duygularla yüzleştirir. Hayat içinde farkına varmadığımız yönlerimizin farkına varmamızı sağlar.
Kurmacada bizi büyüleyen şey nedir? Neden kurmaca olduğunu bildiğimiz bir şeyi okuruz? Kurmacanın Doğası kitabınızda peşine düştüğünüz bu soruların cevaplarından burada da biraz bahsedebilir misiniz?
Kurmacada bizi büyüleyen en önemli şey, onunla özdeşlik kurmamız bence. Kendi cümlelerimle ifade etmek isterdim lakin benden önce pek çok kez dile getirildiği için onları ödünç alayım. Aristo’ya göre “taklit” isteği, Freud’a göre “haz” nedeniyle. Aristo taklidin insanın doğuştan gelen bir özelliği olduğunu ve taklit etmek istediğini söyler. Freud ise bir zamanlar tadılmış bir hazdan el çekmenin mümkün olmadığını, bir hazzı bırakıp başka bir hazza yöneldiğimizi söyler. Buna da çocukken oynadığımız oyunların yerine büyüdükçe değişen oyunları ve istekleri örnek gösterir. Kurmaca bize böylesi bir imkân veriyor. Evet, kurgu olduğunu biliyoruz ama kurmaca içindeki gerçeklik bizi ikna ediyor. Orada farklı bir dünya ile karşılaşıyoruz. Biraz rahatlama, biraz arınma yaşıyor ve keyif duyuyoruz. “Tek bir hayatımız varken pek çok hayatı yaşamak için kurmaca üretiriz.” der Fuentes. Kurmacada bizi büyüleyen şey bu. Zahmetsiz, kolayca başka hayatları yaşıyor, deneyimlerimizi zenginleştiriyoruz. Ayrıca gerçeğin baskısından kurtularak hayal gücünün sınırsız deryasında kendimize ait yeni bir dünya kuruyoruz ve bundan estetik bir haz alıyoruz. Estetik haz dediğimiz şey biçime ait unsurlardır. Dil, kurgu, üslup gibi unsurlar çoğunlukla özden daha fazla etkiler. Söyleyiş güzelliği, farklı anlatım yolları, biçimsel işçilik bize estetik deneyim katar. Demek istediğim şey aslında güzellik. Güzel yapılan her şey bizi tatmin eder, rahatlatır, coşturur. Güzelde ölçülülük, sağlamlık, uyum ve ahenk vardır. O yüzden Allah bize “güzel yapmamızı”, “güzel söz söylememizi” buyurur. İhsan bunu gerektirir. Güzel söz söylemek, güzel düşünmek, güzel görmek ilahi bakışın tecellisidir. Kurmaca veya sanat diyelim isterseniz buna; bize bunları sağlayabiliyor. Resim, müzik, edebiyat estetik tecrübeyi artırarak güzele ve ilahi olana alan açabiliyor. Ben kurmacayı, bizi büyülerken duyguyu açığa çıkarıp ruha dokunduğu ve dile gelmeyeni söyleme imkânı verdiği için önemsiyorum.
Eco’ya göre yazar niçin yazdığını ya da nasıl yazdığını söyleyebilir ancak ne yazdığını söylememelidir. Çünkü yazılan okura göre çeşitlenir. Mehmet Bey, Eco’nun üzerinde durduğu, önemsediği bu konuyu biraz açsak. “Okuma” ya da “okur” türleri hakkında neler söyleyebiliriz?
Bir metinde aslolan okurun anladığı ve deneyimlediğidir. Yazar, yazarken ne düşünürse düşünsün okur bambaşka şeyler anlayabilir. Nitelikli metinde istediğimiz budur. Okur kendi bakış açısıyla, birikimiyle, eğitimiyle baş başadır metin içinde. Ona ne anlaması gerektiğini söylerseniz düşüncelerinizi dayatmış olursunuz. Bu da güdümlü bir okumaya yol açar. Okur, kitap içinde kendini bulmaya eğilimlidir. Siz ona nasıl okuması ve ne anlaması gerektiğini söylerseniz dar bir çerçevede okuma yapmak durumunda kalır. Nitelikli kitaplar çoğul okumaya müsaittir, bu yüzden okur sayısınca anlam vardır. Yazar, okurunun da metne aktif olarak katılmasını ister. Okur da yazarlarla birlikte yeniden yazar bir bakıma. Bunun kolay olmadığını söylemeliyim. Kendini yetiştirmiş, kaliteli okur böyle yapar veya yapmak ister. Oyalanmak ve hayal kurmak amacıyla kitabı eline alan birinin okuma şekli değildir o. Eco’ya göre iki tür okur vardır: Örnek okur ve ampirik okur. Örnek okur, yazarıyla birlikte metni yeniden inşa eden okurdur. Yönlendirilmeyi sevmez. Kendi okuma birikimi vardır, onu takip eder. Ampirik okur ise metni tutkularının tatmini için okuyan kişidir. Onun amacı büyülü dünyanın içinde hayal kurmak, bir süre dünyadan uzaklaşıp kendi âlemine dalmaktır. Bu tip okurlar yazarın her şeyi hazır olarak vermesini ister. Zihnini, düşüncesini devreye sokmaz. Ampirik okur, kendi zihnindeki görüntüyü arar kitaplarda. Örnek okur olmak zordur çünkü emek ister, zaman ister, sabır ister. Bizim bahsettiğimiz okur, edebiyatı bir kültür meselesi olarak gören, düşünen, farkına varan biridir. Bu tür okur, yazarın ne anlattığından bağımsız olarak kendisi, yeni bir metin inşa eder âdeta.
Madame Bovary, Don Kişot, Anna Karenina, Hayri İrdal, Çolak Salih… Bütün bu isimler hayalî roman karakterleri olmalarına rağmen yazarlarının önüne geçmişler. Hatta diyebiliriz ki yazarlarından daha gerçekler. Günümüz edebiyatında böyle güçlü karakterler artık yok denecek kadar az. Bunun nedeni ne olabilir sizce?
Zaman değişiyor, anlatım biçimleri değişiyor, kısacası insan değişiyor. Walter Benjamin, büyük anlatıların bittiğini söylüyordu. Eski bildiğimiz hayatlar yok. Üzülerek söylüyorum ki anlatılacak hikâyelerimiz de yok. Hemen hepimiz şehirlerde, standart hayatlar yaşıyoruz. Yani tek tip bir hayat var gördüğümüz. Buradan büyük bir anlatı çıkarmak kolay olmasa gerek. Şu var: Her şey zamanında güzel. O zamanın anlatısında böylesi güçlü karakterler çok fazla var. Bunlara Goriot Baba’yı, Bihruz Bey’i ve daha pek çok karakteri ekleyebiliriz. Bugün bunları keyifle okusak bile kendi zamanlarının karakterleri onlar ve o gün için güçlüler. Zamana, zamanın dili ve biçimiyle hitap etmek lazım. Onlar gibi metinler üretmeye kalksak kabul görmez ve taklitten öteye geçemeyiz. Zamanın edebiyatında güçlü, adından söz ettiren karakterler görmüyoruz belki ama çağa dair söz söyleyen, nitelikli, büyük eserlerimiz mevcut. Önemli olan kendi zamanımıza hitap edebilmek. Kendi zamanına hitap etmek de şimdiki zamanın dili, biçimi ve düşüncesiyle olur.
Mehmet Bey “Resim” adlı öykünüzde her şeyin içinden bir şey seçmeye, bütünün içinde parçayı yakalamaya çalışan, kafası karışan bir çocuğu anlatıyorsunuz. Çocuğun bu gayreti, öykü yazan bir insanın gayretini hatırlattı bana. Sizce de öyle mi? Öykücü, her şeyin içinden bir şeyi seçen ama bütünü de kaçırmayan insan mıdır?
Evet, yazan insanın gayreti de böyle diyebiliriz ama burada belirleyici olan husus, bir görev verilmesi durumu. Hadi yaz, dendiği zaman insan ne yazacağını şaşırır. Bir konu verilirse bu, zihninizi rahatlatır ve onu bir konu etrafında düşünmeye zorlar. Hiçbir konu vermeden hadi yap, dendiğinde zihin bocalar. Bunu “Resim” öyküsünde çok net hissettim. Bütün içinde bir şeyler seçmek hiç de kolay değil. Bunu başka işlerde de yaşadım. Mesela bir çizer arkadaşımdan bir şey istemiştim. “Kafana göre takıl, güzel bir şey olsun.” dedim ona. Kaç tane çalışma yaptıysa hiçbiri de güzel olmadı. Söylediği cümle çok ilginçti benim için. “Abi bir şey ver bana, alanı sınırla.” dedi. O an “Resim” öykümü hatırladım. Her şeyin içinden bir şeyi seçmek ne kadar zor, onu gördüm. Bunu yazarlık dersi verdiğim sınıflarda da yaşadım. Katılımcıları sınırlandırmamak ve hayal dünyalarının serbestçe çalışması için konu vermiyordum. “Sizi en çok etkileyen olayı yazın.” dediğim hâlde çoğu kalem oynatamadı. Konu istiyorlar sizden. Oysa sınır kelimesi özgürlüğün karşıtıymış gibi duruyor değil mi? O vakit sınırın insana özgürlük sağlayan bir nokta olduğunu anladım. İnsan sınırlandığında harika şeyler yapabiliyor. Önce onunla bir şeyler deniyor, sonra onu aşmaya çalışıyor. İbda yeteneği orada devreye giriyor. Yazmak da biraz böyle ama benim için yazının kilidini açan husus çağrışımdır. Buna esin veya ilham da diyebiliriz. Yani bir tetikleyicinin olması meselesi. Ben böyle yazıyorum genelde. Yazmak için yazacağım konunun beni etkilemesini ve tetiklemesini isterim.
Kurmacanın Doğası kitabınızda Ömer Seyfettin’in bir cümlesini hatırlatıyorsunuz: “Kim yazmışsa okumuş, kim yazıyorsa mutlaka okumuştur.” Sizin de elbette bir yazar olarak baş ucu kitaplarınız, tıkandığınızda, yorulduğunuzda müracaat ettiğiniz yazarlarınız vardır. Size yazma şevki veren bu yazarları sorsam kimleri sayarsınız?
Okumak kesinlikle önemli. Okumadan bir şey yazmak da mümkün değil. O yüzden hep okuyoruz. Burada yazarları ikiye ayırabiliriz; sevdiğimiz yazarlar ve okumamız gereken yazarlar diye. Klasikleri, nitelikli bütün kitapları okumamız lazım. Bunlar bize tecrübe sağlar. Bir de sevdiğimiz yazarlar vardır, görmek istediğimiz dostlarımız gibidir. Onları görünce sevinir, ferahlarız ya; kendimize yakın bulduğumuz yazarlar böyledir. Çoktur benim böyle yazarlarım ama çoğunluğu öykücüdür. Ömer Seyfettin bunlardan biridir ama en başa Dostoyevski’yi koymak istiyorum. Onun bende yeri apayrıdır. Sonra Tarık Buğra, Sabahattin Ali, Sait Faik, Tomris Uyar, Vüs’at O. Bener, Ramazan Dikmen, Rasim Özdenören, Mustafa Kutlu; Çehov, Virginia Woolf, Katherine Mansfield, Necip Mahfuz, Sadık Hidayet, Mustafa Mestur, Raymond Carver.
Aldatma Ustası’nda insanoğlunun zayıflıklarını, çelişkilerini, aldanışlarını ortaya koyuyor, insanın aldatmaya ya da aldanmaya nasıl da meyilli olduğunu gösteriyorsunuz. Bütün bu aldanışların içinde kitabı okurken Oğuz Atay’ın meşhur cümlesi geldi aklıma: “Kitap okumakla, manavın beni aldatmasına engel olamıyorum bir türlü.” Sait Faik de “Çarşıya İnemem” hikâyesinde aynı dertten yakınıyor. Peki, okuryazar olmakla aldanmak arasında sizce nasıl bir ilişki var?
Bu, biraz da insan olmakla alakalıymış gibi geliyor bana. Pek çok zaaflarımız, çaresizliklerimiz, beklentilerimiz var. Bunlar da bizi aldatılmaya müsait kılıyor. Aldatılmak edilgen bir kelime olduğu için masummuş gibi duruyor ama öyle değil. Gördüğümüz pek çok aldatılma olayında aldanan aktif rol oynuyor. Daha çok kazanma hırsı, mevki makam isteği için hayır diyememe gibi durumlarda kişi bilinçli olarak aldanmayı seçiyor. Onlara yapacak bir şey yok. Kitaplar, birçok hususta bizi yüzleşmeye götürse de aldatma karşısında uyanıklık sağlamıyor ne yazık ki. Kitap okuyanlar daha hassas oldukları için belki de kandırılmaya açık hâle geliyor olabilir. Belki de daha kırılgan diyebiliriz. Kitap demişken aklıma Drina Köprüsü romanından bir sahne geldi. Tam da aldatmayla ilgili. Yelanka isimli bir kız haydut Yakov’u Sırbistan’a geçirmeye çalışmaktadır. Köprüde askerler vardır. Nöbetçiyi aldatmaktan başka çaresi yoktur geçmek için. Yelenka, Yakov’a Türk kadın elbisesi giydirerek köprüden geçirir. Ama sonra yakalanır. Sorgu sırasında asteğmen sorar: “Neden bu erin nöbet beklediği zamanı seçtin?” Yelenka’nın cevabı ilginçtir: “Çünkü bana hepsinden yumuşak görünmüştü de ondan.” Duygulu, hassas insanların her zaman kandırılmaları daha kolay oluyor galiba. Çok acı. “Çarşıya İnemem” öyküsündeki karakterimiz de öyle. İnsanlardaki değişimi, anlayışsızlığı, hırsı görüyor ve bir şey yapamıyor. Tahammül gücü zayıflamış. Çarşıya inmemeyi çare olarak görüyor. Kaçmaktan başka elinden bir şey gelmiyor. Manav gözünüzün içine baka baka çürüğü koyuyor ama bir şey diyemiyorsunuz. Aslında ben bir keresinde uyarmıştım da “Bunları kime satacağız?” demişti manav. Aldanmaya müsait olduğumu görmüş demek ki. Açık yürekliliği için tebrik ettim adamı. Aldatmak ve aldanmak imtihanımızda var. Aldatmadan ve aldanmadan bir ömür geçiririz inşallah.
Son olarak bazı kelimeler vermek istiyorum size. Onlarla ilgili aklınıza gelen ilk çağrışımları sorsam ne dersiniz?