İslam felsefesinin özgünlüğünü meşşai, işraki ve ekberi öğretilerin oluşum ve gelişim süreçlerinde görmüştük. Şimdi de Ahmet Yesevi üzerinde duralım ve onun hikmetlerini meşşai, işraki ve vahdet-i vücud öğretileri bağlamında okuyalım.
Ahmet Yesevi’nin görüşleri, Muhyiddin İbnu’l-Arabi’nin vahdet-i vücud öğretilerinden çok önce doğmuştur. Ahmet Yesevi, İslamiyet’in ilk dönemlerinde Hallac-ı Mansur gibi âlimler çevresinde görülen “vahdet”, “tecelli” ve “fena” kavramlarına dayalı bir temellendirme yapar. Bu da daha sonra İbn Arabi tarafından “ekberi” gelenek adı altında felsefi bir öğretiye dönüştürülür.
Yesevi ve Yusuf Has Hacip gibi âlimlerle birlikte Arapça ve Farsçanın yanı sıra İslam felsefesinde Türkçe düşünüş başlamıştır diyebiliriz. Bu âlimler sayesinde Türkçe, bir din ve bilim dili hâline gelir. Ali Canip Yöntem’in dediği gibi “Dil kelimelerden ibaret değildir. Milletlerin oluşumunda dilin ve edebiyatın çok önemli bir yeri vardır. Milletleri birbirinden farklı kılan dilin felsefesidir.” Tabii, Türk kültür tarihinde devamlılık hâlinde tek ve süreğen bir Türkçe felsefe olduğunu söylemek zor ama geçmişte bilgi, bilim, teknoloji kurgusunu yaparak bir medeniyet tesis edilmesi sürecinde âlimlerimizin neyi, hangi dil ile söylediğini, ne yapmayı dilediğini ve neyi yapabildiğini incelemek gerekir.
Bu bağlamda Kaşgarlı Mahmut’un Divanu Lugati’t-Türk’ü, Yusuf Has Hacip’in bilinen en eski Türkçe mesnevisi Kutadgu Bilig’i, Edip Ahmet Yükneki’nin Atabet’ül Hakayık’ı kurucu metinlerdir. Yesevi, kendinden önceki bu eserlerin açtığı yolda Türkçe bir metafizik sistem oluşturmaya çalışmıştır. Nitelikli âlimlerden İslami disiplinleri tahsil eden Yesevi, şahsiyetli bir Müslüman bireyselliğinin fıkhi boyutunu Ebu Hanife’yle, özgürlükçü teolojiyi de İmam Maturidi’nin öğretisiyle temellendirmiş ve bunu göçer Türkmen obalarının kolayca anlayacağı “hikmet” dediğimiz beyitlerle anlatmıştır. Artık Türkçe, Korkut Ata’dan Kaşgarlı Mahmut’a, Ali Şir Nevai’ye, Ahmet Yesevi’ye, Hacı Bektaş Veli’ye, Sarı Saltık’a, Yunus Emre’ye, Âşık Veysel’e ve Nazım Hikmet’e kadar ulaşan sürekli bir akışa geçmiştir. Dolayısıyla “Türkçe felsefe” dediğimiz şey, aslında Türkistan, Türkiye hattında üretilen varlık, bilgi ve değere dair düşüncenin yaşayan ve halk arasında kullanılan dilin tecrübesiyle yeni bir felsefe ortaya koyma çabasıdır.
Yesevi’nin Türkçeyi bir din dili ve hakikat dili hâline getirmesini son derece önemsiyoruz. Çünkü o, Farsça ve Arapça bilmesine rağmen Türkçeyi kullanmış, Türk felsefesinin kurucu âlimlerinden birisi olmuştur. “Halk tecellisini şair dilince eden bu âşık koca” Türkistan’da temelleri atılan Türkçe düşünüş ve Türkçe deyişlerle Türk-İslam metafiziğini anlaşılır ve yaşanabilir bir şekilde ileterek “Anadolu mayası” diye nitelendirilmeyi hak etmiştir. Onun ortaya koyduğu sistemi Anadolu’da dile getiren Yunus Emre’dir. Bu iki âlim, abid ve arif, son derece girift meseleleri yani soyut bilgeliği, doğru ve kesin bir kavrayış ile kavramış ve bunları hikemî sözlerle geniş halk kitlelerine oldukça sade ve anlaşılır bir dil ile sunmuşlardır. Diğer bir ifadeyle Yesevi, Türkçeyi hakikat dili hâline getirerek Türk-İslam düşüncesinin eksenini belirlemiştir. Yunus Emre de onun ortaya koyduğu perspektifi yeniden yoğurarak Anadolu insanının idrakine sunmuştur.
Türkçe felsefe hususunu biraz açalım. Helenistik felsefede Grekçe bilim ve felsefe diliydi. Helenistik felsefe Antik Yunan, Bizans, Mısır ve Babil kültürlerini sentezleyen Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi filozofların tasavvurudur. Muallim-i Sani diye bilinen Farabi ve diğer Müslüman bilim insanları, Helenistik kültürün yanında kadim gelenekler olan Hind, Sasani/Fars, Çin ve Harran bölgesindeki Sabii kültür verileriyle de yüzleştiler. Bunları Hz. Muhammed’in getirdiği yeni sistem çerçevesinde okuyup yeniden ve özgün bir şekilde felsefi olarak yorumlayan Farabi, İslam felsefesinin kurucu geleneği olan meşşailiği sistematize eden filozoftur. O, “hakikat mektebi” tasavvuruyla Doğu’da felsefeyi yeniden üretmiş, felsefeyi asli yurduna (Mezopotamya, Horasan, Türkistan) geri getirmiştir. İbn Sina ise hikmetü’l-meşrikiyye yani “Doğu felsefesi” ile bunu bir adım daha ileri taşımıştır. İşraki öğreti ve ekberi gelenek ile birlikte Arapça artık bilim dilinin yanı sıra felsefe dili de olmuştur. O kadar ki İslam kültürü ve medeniyetinin bilimler tarihi verilerinin İspanya üzerinden Avrupa’ya nakli, buradaki ilmî dirilişi ve kültürel uyanışı (Rönesans) tetiklemiştir. Batı bilim ve sanayi devrimi bu sürekliliğin göstergesi olarak da okunabilir.