Tanrı misafirinin bir gün ansızın kapını çalacağını biliyordun. Bu sebeple, kendini bildin bileli bu sürpriz için hazırlık yapıyordun. Hazırlıksız yakalanmadın ama yine de yakalandın. Kapının çalınma anını hiçbir zaman kestiremezdin tabii. Onu birden karşında görünce ne yapacağını şaşırdın. Çok heybetli, çekici ve etkileyici bir tarzı vardı, hiç böylesiyle karşılaşmamıştın bugüne dek. Esaslı bir ürperişle çırpınan kalbine engel olamıyordun. Seni aceleyle götüreceğinden, bundan sonraki yolculuğunda sana rehberlik edeceğinden de haberliydin önceden. O yüzden tüm samimiyetinle, güler yüzle karşılamaya çalıştın onu. Rehberinin seni götüreceği ülkeye dönüşü olmayan biletle gidileceği için bavuluna o ülkede gerekli olan tüm giysilerini çok önceden usul usul yerleştirmiştin. Yüreğin için gerekli olan güçlendirici ilaçlarını almıştın, beynin çalışması için gerekli olanları da. Yol azığın zaten dünden hazırdı.
Evden ayrılışın, günlük, sıradan bir veda görünümündeydi. Annem, her zamanki gibi unuttuğun şemsiyeni eline tutuşturmuş: “Kendine dikkat et.” demişti. Sense her zamanki gibi “Ben çocuk muyum? Merak etme, dikkat ederim.” demiştin. Gelen Tanrı misafirini, tek yönlü biletini, hazırladığın uzun yol bavulunu bizden saklamayı başarmıştın. Sadece el çantanı ve şemsiyeni gördük elinde. Senin gidişinle yağmurlar, kuş cıvıltıları, meltemler, yeşil yapraklar, çiçekler bir yerlere kaçışıp yok oldular. Güneş tutulmuştu sanki. Şehrin üzerini kaplayan kapkara bulutlar, başımızın üzerinde eski paçavralar gibi sallandı durdu gün boyu. Bungunluk, birer karabasan gibi çöküverdi göğsümüzün üzerine. Karabasanlardan kurtulmanın tek çaresini ev işlerinin ayrıntılarına dalmakta bulduk. Günlük işimizi yaptık, üstüne gelecek günlerin işini de bitirdik, bir türlü kalkmak bilmiyorlardı göğsümüzün üzerinden. Karabasanların sebebi ziyaretini birbirimizin depresif çehrelerine sorduk ama cevap bulamadık. Onlarla boğuşarak günü geçirdik. Akşamüstü telefonun ucunda bir baykuş, ardından kana ve çamura bulanmış giysilerin, el çantan ve şemsiyen geldi. Giysilerinin içinde sen yoktun. Gittiğin yerde bu giysilerin gereği de değeri de yoktu besbelli.
Görgü tanıkları, hız sınırını aştığını söylediler. Zaten sen tez canlıydın; her şeye yetişmekte her yere gitmekte hep acele ederdin, özellikle son günlerde. O günkü kahvaltını da aceleyle, yarım yamalak yapmıştın. Dönüşü olmayan bir yolculuğa gittiğini anladığımız an gökyüzünü kaplayan asık suratlı bulutlar ve soğuk rüzgârlar, bütün Allah’ın günü el birliğiyle biriktirdikleri damlaları buz yağmurlarına dönüştürerek yüreğimize yüreğimize boca ettiler. Annem, kardeşlerim, bütün sülale, çok üşüdük. Evdeki kalabalığa komşular, uzak yakın akrabalar da eklenmişti. Büyükler birbirlerine sarılıyor, nefesleriyle birbirlerini ısıtmaya çalışıyorlardı. Çocuklar neler olduğunu anlamadan, soran gözlerle herkesin yüzünü birer birer inceliyorlardı. Komşular teselli sözcükleriyle sarıyorlardı bizi sarmasına, ne var ki bunlar da yetmiyordu. Meğer yüreğimizi ısıtan senmişsin, bunu sen gidince anlamıştık. O gün bugündür hiç ısınamadık. Bütün dönüşsüz gidişler, geride kalanları üşütürdü.
Bedenini götürmedin. İhtiyacın yoktu ona. Salonun ortasındaki masanın üzerinde öylece kalakaldı. Gerçek seni götürmüştün ya, burada kalan yalnızca taklidindi. Taklitlerin saltanatı sadece burada hüküm sürerdi, gideceğin yerde ise asıllar geçerliydi. Bedenini bir güzel yıkayıp pakladılar. Ziyaretçilerin, önünde beklediler bir süre, elleri göğe açılmış, dudakları kıpır kıpır. Ev çok kalabalıktı, ne çok sevenin varmış. Her yer insan dolunca bir büyüğümüz düzgün sıra olmamızı söyledi. İlk gelenler, yerlerini arkadan gelenlere bıraktılar. Hepimizin yüzünde hüzün gölgeleri… Bütün evlad ü iyalin çevreni sarmıştı. Senden izinsiz bir çivi bile çakamayan oğulların, kızların, gelinlerin üzgün, şaşkın emir ve komutanı beklediler. Sense göz kapaklarını bile kırpıştırmaktan acizdin. Bedeninin üzerinde yapılan ameliyeden bihaberdin. Bir kısmı kazada, bir kısmı adli hekimlerin elinde lime lime parçalanmıştı. Yüzünü, parçalanan kafatasının üzerine bir maske gibi yerleştirdiler. Yüzünün iğretiliği besbelliydi. Sonra seni tıpkı bu âleme geldiğindeki gibi apak bezle kundağa sardılar. Sadece masum yüzün görünüyordu. Şaşılacak kadar değişmiştin. Kaşların çatılmaktan vazgeçmiş, munis bir edayla birbirlerine boyun eğiyorlardı. Dudaklarının kıvrımları yanaklarına yayılmış, gülümsüyordun. İnsanın yüzü bir bu âleme geldiğinde bir de bu âlemden gittiğinde masumlaşır, bebekleşirdi. Seninki de öyle oldu. Küçük torunların, önceki sert yüzüne dokunamadıkları elleriyle şimdiki bebeksi yüzünü okşadılar. Okşamaya doyamadılar. En küçük torununun bir büyüğü, göğsünün üzerine oturmak istedi, izin vermediler. Günün sonuna doğru bedenin bir sandığa kapatıldı. Ardından saygıdeğer bir kişi ellerini göğe açarak senin için yüksek sesle dua etti. Ahali de ona uyarak ellerini göğe kaldırdı. Sonra senden razı olup olmadıklarını sordu. Seni seven, sevmeyen herkes, bir ağızdan senden razı olduğunu söyledi.
Burada daha yapacak çok işin vardı. Şirket zincirinin sayısını bilemediğin halkalarına yenilerini ekleyecektin. Emlak piyasasının sayılı isimlerinin zirvesine çıkacaktın. Sadece yurt içi yetmezdi, yurt dışına da uzanacaktın. Bizi şirketlerinde çalışabilecek iyi birer eleman olarak yetiştirdin. Gelinlerini de işine yerleştirir gibi bizim aileye aldın. Torunlarını kendi istediğin okullara yerleştirdin. Onların da büyüyen eleman ihtiyacını karşılamalarını istiyordun. Bol bol torun istiyorum, diyordun evlatlarına. İstediğin oldu, hepimiz çocuk sahibi olduk. Artık sapasağlam, kocaman bir aile holdingiyiz. Ne yazık ki otuz üçüncü torununun dünyaya gelişini göremeden gittin. Bütün işlerin yarım kaldı. Oysaki sen, işinin yarım kalmasını hiç sevmezdin. Merak etme, gittiğin yerde hiçbir iş yarım kalmaz. Her şey kusursuzdur. Bizi özlersen şimdiden söyleyeyim, biz de kısa zamanda oradayız. Gözün arkada kalmasın. Bize öğrettiğin gibi, bir işin değil birçok işin başındayız. İşler koşacak, biz de onların ardından koşacağız. Senin yaptığın gibi kendimize, çocuklarımıza, torunlarımıza tamamlanmışlıklar bırakmak için didineceğiz ama biz de işlerimizi bitiremeden dönüp bakacağız ki Tanrı misafirimiz bizi de senin yanına götürmek için erkencecik gelmiş. Tanrı misafiri hep erken gelir.
Gözlerimi kapayalı çok olmadı. Henüz düşümün başında sayılırım. Sanki demincek ağlaya ağlaya kapamıştım gözlerimi. Ağlasın, ağlamak yararlı, demiş ebem. Önce ağlamayı, sonra gülmeyi öğrenecekmişim. Ardından ailemle konuşmayı, sonra çevremdekilerle, en son herkesle kelam edecekmişim kelimeler aracılığıyla. Ettim de. İyi bir dil kurdum. Seninle daha çok hikâyelerimiz olacaktı, annemle, kardeşlerimle ve tüm sülalemizle iç içe geçmiş hikâyelerimiz… Düşümüzü birlikte yaşarken ne var ki sen bizimle kalmadın, Tanrı misafiriyle gitmek zorundaydın. Bizim yaşamımız düş içinde devam edecek, Tanrı misafirimiz ansızın kapımızı çalana dek. Bizi almaya geldiğinde, elbette ona çok erken geldiğini, henüz düşümüzün bitmediğini, gözlerimizi açmaya hazır olmadığımızı, tatlı uykumuzdan bizi uyandırmamasını rica edeceğiz, o ise mükemmel bir aldırmazlıkla ricamıza kulak asmayacak, herkesi götürdüğü ana yurdumuza bizi de götürecek. Kısa bir süreliğine geldiğimiz bu düş ülkesinden ana yurda döndürülmek çok şahane bir geri dönüş olacak. Bu kez düşte değil, hayallerimizin sınırlarını aşan şaşırtıcı, muhteşem, eşsiz, çarpıcı gerçekliğin içinde yaşatılacağız… Bizi düş ülkesine gönderen güç; burada kalıcı olmayacağımızı, gerçekler ülkesine geri döndürüleceğimizi önceden zaten bildirmişti. Biz bunu bildiğimiz hâlde düşümüze dalıp bu bildiriyi unutmuştuk. İnsanoğlu hep unuturdu zaten. Yeni hayatımıza gözlerimizi açınca, gerçeklerin rüzgârı yüzümüze çarpınca hatırlayacağız ancak. Saatlerin, takvimlerin hükmünün kalktığı bir zaman saltanatının içinde, senden ve herkesten ayrı bir süre yaşayacağız. Birbirimizi çok özleyeceğiz, tıpkı ilk atamızın ve ilk anamızın düş ülkesinde yıllarca ayrı yaşayıp birbirlerini özlemesi, kavuşmalarının çok geç olması gibi. Zorlu geçitlerimiz olacak kavuşuncaya dek. Bu zorlu yolculukta bize yardımcı olacak tek şey, düş ülkesinde hazırlayıp getirdiğimiz sonsuz yolculuğun azığı. Sonra insanlığın en büyük toplantı alanına çağırılıp toplanacağız. Yolculuğumuzun zorluğu azıklarımızın yeterlilik derecesine göre belirlenecek. Ne dersin, senin hazırladığın azık yeterli mi? İnsanlık bildirisinde, bir süre ayrı yaşadıktan sonra sevdiklerimizle buluşacağımız yazılıydı. Seninle buluşacak mıyız acaba? Ben tekrar buluşacağımız umudu içindeyim.
Biz düşümüzde yaşarken senden ayrı kalacağımız süre içinde, bütün gidenler gibi ne söyleyeceksin ne bir haber vereceksin… Sen de diğerleri gibi bizi, burayı unutacaksın. Sana ve senin gibi düşünü yarım bırakıp gidenlere, arkasında bıraktıklarını unutanlara vefasız diyebilir miyiz? Hayır, bence büsbütün vefasız sayılmazsınız. Ara sıra misafir oluyorsunuz bize. Sen mesela, bana misafir oluyorsun. Gönlümü hoş ediyorsun. Bana sımsıkı sarılıyorsun. Sanki dünya turuna çıkmış da geri dönmüş gibi bir havadasın. Sana soruyorum her seferinde: “Nerelerdeydin şimdiye kadar, niçin gelmedin, tekrar gidecek misin?” Sense duymazlıktan geliyorsun. Tanrı misafirinin duymazlıktan gelme huyundan sana da bulaşmış galiba. Kısa bir süreliğine düşümü süsledikten sonra tekrar dönüyorsun geldiğin yere. Olsun, bu bile beni mutlu etmeye yetiyor.
Resmindeki yüz çizgilerin, Tanrı misafirinin sana gösterdiği sahnelerin seni gülümsettiğini gösteriyordu. Yoksa ne diye gülümseyesin? Kim bilir ne efsunlu sahne seyrettirildi sana? Yaşayacağın yerin provası gibiydi. Seyrettiğin neyse esritici gülümsemeyi tüm yüzüne yaymıştı. Uzun zaman göremediğin, hasret kaldığın sevgiline kavuşacak olmanın gönencini yaşar gibiydin. Ne güzeldin, sana gıpta ettim bir an. O sahneyi ben de seyretmek isterdim. Bundan sonraki yaşamının ön gösterimi seni bu kadar mutlu ettiyse aslını yaşamanın verdiğini hayal bile edemiyorum. Kendime şu soruyu soruyorum: O en büyük, en muhteşem vuslat ne zaman? Kaç kilometre taşından sonra? Kaç dağı aştıktan sonra? Hangi tanrısal darboğazları geçtikten sonra? Gerçek şu ki önünde daha çok çok geçit var. Yürüyeceğin upuzun yolun var. Bunlarla baş edebilmede sana kolaylık sağlayacak olan, giderken bavulunla götürdüklerin. Sanırım en güzel giysilerini götürdün. Sana da bu yakışırdı. İnsan sevgilisiyle buluşacağında en güzel giysilerini giyinir. Hatırlıyorum, buradayken dünyanın en iyi terzilerine diktirmiştin onları. Zaten tüm hazırlıkların, bu büyük gün için değil miydi? İstediğin oldu, ne mutlu sana!