Can Sıkıcı Bir Soru: Kime Yazıyoruz?

Mektup yazarken muhatabımız bellidir; kullanacağımız ortak dili biliriz. Konuşurken dinleyici karşımızdadır; onu görür, duyar, anlık tepkilerini ölçer, sözümüzün kanatlarını ona göre açar ya da kapatırız. Ama yazarken işler sarpa sarar. Hangi algı düzeyine, hangi bakış açısına, hangi zekâya, hangi okura yazdığımız sorusu gelir, can sıkıcı bir biçimde karşımızda oturur. Dert yanma kapısı annemize ya da kız kardeşimize mi yazıyoruz? Her şeyi konuşabildiğimiz dostumuza mı? Gözüne girmek istediğimiz hocamıza mı? Gününü görsün istediğimiz rakibimize mi? Henüz doğmamış okurumuza mı? Doğmuş ama kim olduğunu bilmediğimiz kitap kurduna mı? Hayranlık duyduğumuz o ünlü yazara mı? Onay beklediğimiz editöre mi? Derinlerde yaşattığımız iç benliğimize mi?

“Kime yazıyoruz?” sorusu, yazının psikodinamiğini oluşturan; dil, üslup, lirizm, metinlerarasılık, istihza, ironi, anıştırma, bilinç akışı, imge ve metafor gibi imkânları ne ölçüde kullanacağımızı şekillendiren bir sorudur. Aslında sorundur demeliyiz. Ne görmezden gelebileceğimiz ne de çözebileceğimiz; galiba yazarlık yolunda birlikte yürümeye alışmamız gereken bir sorun. Yazı odamızın kapısını ne kadar sıkı örtersek örtelim, yazıya oturduğumuz anda bilincimizin derin sularında birkaç gözün ansızın açılıp bizi seyretmesine mâni olamayız. İşte bu gözler yazımızdaki zekâyı, derinliği ve cesareti belirleyecektir. Doğrusu bu biraz da yemek yerken seyredilmeye benzer. İnsicamı bozar. Empati yeteneğimiz yüksekse gittikçe çoğalan bir endişe tarafından dürtülürüz ve o endişe karşısında, yeterince olgunlaşmamışsak, sendeleyip düşebiliriz. Bu endişenin kaynağı, tehdidi tam olarak algılayamamamızdır. Yani bilinmezlik. Kime yazdığımız muammadır. Hani az çok başarsak bu kez de karşımıza dizilen hayalî okur kitlesinin farklı algılarına hitap edecek hepsini kucaklayacak yekpare bir dil bulmakta zorlanırız. Sofradan aç kalka kalka bir gün, hayalî okurun göz hapsi altında yemek yemeyi öğreniriz. Gerçekten, buna alışmaktan başka çaremiz yok.

Meseleye biraz daha yakından bakacak olursak bizi tedirgin eden şeyin yazdıklarımızı kınamasından, yadırgamasından veya anlamamasından endişe duyduğumuz okur olduğunu görürüz. İşte burada iç ülkenin önemi bütün ihtişamıyla kendini gösterir. Yazmak kendi tercihlerimizin arkasında durmayı, kendi ifade biçimimizi inşa etmeyi, kendi sesimizi korumayı, onun için savaşmayı gerektirir. Bir kurmaca metinde yazarın hitap ettiği kavrayış düzeyi asla vasat okuru hedeflememelidir. İyi bir metin büyük sanatçılarla, klasiklerle, nitelikli okurla, tarihle konuşur. Onlardan çekinir, onlarla didişir, onlara yaranır, onların yüksek duyuş ve düşünce akrabalığına dâhil olmaya çalışır. Zaten tarih boyunca büyük sanatçıların birbirleriyle konuştuğunu görürüz. Bizler okur olarak onların diyaloglarından nasibimize düşeni alırız. Onların mükâlemesinde zaman, mekân, dil, kültür farkı ortadan kalkar. Unamuno, Borges’le; Borges, Şehrazat’la; Muhammed İkbal, Mevlana’yla; Thomas Mann, Goethe’yle; Ömer Seyfettin, Guy de Maupassant’la; Oğuz Atay, Halit Ziya’yla; Sezai Karakoç, Şeyh Galip’le; Necip Fazıl, Baudelaire’le; Gogol, E. T. A. Hoffmann’la, Dostoyevski, İncil’le konuşur. Uzayıp gider bu liste.

Kimileri, gerçek muhataplar varken hayalî yazarlarla konuşmayı gerçeklikten kopuş diye nitelendirebilir. Ama bu kopuş, verili olanın dil marifetiyle bilincin sınırlarını asli olana yani herkesin birbiriyle hizalandığı “ruhsal öze” doğru genişletmekten başka bir şey değildir. Yazar, kalemini ezberlerin içine çekenlerin tümüne birden, gücünün yettiği ölçüde sırt çevirmek zorundadır. En azından usulen bunu yapmak, bilincin derinlerinde gözlerini açıveren o işgüzar gözlere pirim vermemek, yazarın kaleminden önce kuşanması gereken silahtır. Bunun yolu, alternatif bir gerçekliğin tahtından hayata bakmakla mümkündür. Gazeteciler ve siyasetçiler, dili alabildiğine hafifleterek geniş kitlelere konuşurlar. Sanatçı ideolog değildir, siyasetçi değildir, gazeteci değildir. Kitleler genelde duymak istedikleri sözleri söyleyenleri alkışlar. Alkış yanıltıcı bir ölçüttür. Deha zorlar, sanat dumura uğratır; iyi bir kurmaca kendini öyle güçlü dayatır ki gerçek hayatı tartışma konusu hâline getirir.

Rüya Mektepleri Bize Ne Öğretir?