Yaşadığımız çağa yorgunluk çağı desek yeridir. Herkes yaşadığı hayattan şikayetçi; çevresinden, işinden, mahallesinden… Toplumun fertlerinde statü atlama isteği hâkim, tabiri caizse köşeyi dönme, kısa yoldan zengin olma, her daim sıkıntıdan kaçınma davranışları gelişti. Bu öyle bir hâl aldı ki neredeyse mücadeleden kaçınma bir tür başarı olarak nitelenmeye başlandı. Oysa hayatın anlamını belirginleştiren, derinleştiren en önemli unsurlardan biri mücadele etmek. Ne pahasına olursa olsun mücadele etmek.
İnsanın tüm bu mücadeleden yorgun düştüğü, tükendiği, derin bir anlamsızlığa sürüklendiği bu çağda, onu kendine yabancılaştıran her şeyden uzaklaşması gerekiyor. Her gün üzerine giyindiği ağır kıyafetler altında eziliyor. Sahip olmadığı bir kimliğe bürünüyor, arzu etmediği hayatı yaşıyor, aslında hiç şahit olmak istemediği hadiselerin içinde debelenip duruyor. Bu maruz kalış, kişiyi anlamsızlığa sürüklüyor. Tıpkı ağır ve zehirli metallerin karıştığı bir suya dönüşüyor. Suyun insanı arındıran, oksijeni insanın her hücresine taşıyan özelliği birden zehre dönüşebiliyor. İnsanın damarlarında onu günden güne tüketen ağır metaller dolaşıyor. Bu öyle yavaş cereyan ediyor ki çoğunlukla hissedilmiyor bile. İşte burada şu devreye giriyor: İnsan kendini gözlemlemekten ve hizaya çekmekten aciz kalıyor.
İnsana bir dış göz gerekiyor. Veya inançların, değerlerin onun hayatına şekil vermesi gerekiyor. Öteki türlü insan bunca debdebenin içinde kaybolup gidiyor, hayatın sert gerçekleri arasında un ufak oluyor. Kendisini derin ve dalgalı bir kaygı denizinin ortasında buluyor. Ne kadar çabalasa da kurtulamayacağı neredeyse kesin. Ancak yaklaşan bir geminin vicdanına kalmış bir tutsaklık onunkisi.
İnsan; tüm bu yorgunlukları, çaresizlik hissini, yabancılaşmayı, anlamsızlığı, enformasyon bombardımanını, dünyanın durulmayan gündemini, öz yaşamından kaynaklanan problemleri devamlı yaşıyor. Bundan kaçış mümkün mü? Bir yönüyle evet, diğer yönüyle hayır! Peki insan eli kolu bağlı, çaresizce olan biteni seyredecek mi? Bu, insanın fıtratına uygun bir tavır mıdır?
Toplumlar kendilerine göre yaşama biçimi geliştirmişlerdir. Gelenekler, kültürel birikim, toplumun coğrafi özelliklerinden kaynaklı özel durumu insan davranışlarına ve kolektif tavırlara etki ediyor. Toplumdan topluma farklılık arz eden birçok unsur olsa da temelde bireylerin yaşadıkları “bunalım” neredeyse herkesçe ortak. Bundan kurtulmanın toplumsal bir çözümü zor olsa da bireysel olarak yapılabilecek birçok şey mümkün.
Minimalizm akımı, yaşadığımız hayatın sadeleşmesi gerektiği fikrinden yola çıkılarak ortaya konulmuş bir çözüm. Kökeni 1960’lara kadar dayanan sadelik ve nesnelliği ön plana çıkaran bir akım bu. Minimalizm farklı boyutlar kazanarak günümüze kadar gelmiş, hayatın her alanında hayatın tanzim edilmesi için kullanılmış yaşamsal bir yöntem. 1960’lı yıllarda ortaya atılan bu yaşam felsefesi, aslında bizim kültürümüz için yeni bir buluş değil. Dinin ve geleneksel yaşamın etkisiyle kültürümüzde hayatın sadelik üzerine inşa edildiğini gözlemliyoruz. Sanatta, mimaride bu çok daha net bir şekilde müşahede edilebiliyor. Özellikle Anadolu’da, İslam’dan kaynaklanan bir sade yaşam anlayışı yüzyıllara yayılmıştır. Fakat özellikle son 50 senede sadelikten uzaklaşma yoluna gidilmiştir. Bu durum Türk toplum yapısına uygun bir tavır olmasa da modernizmin tıpkı durdurulamayan bir çığ gibi her şeyi etkilemesinden payımıza düşeni almış görünüyoruz. Hâl böyleyken toplumumuzun tekrardan sadeleşme yoluna gitmesi neredeyse elzem.
Sadeleşme; gündelik hayatımızda fazlalıklardan, gereksiz olan her şeyden, kaotik durumlardan, kalabalıklardan, karmaşadan, belirsizliklerden kurtulmak demektir. Tamamen mi kurtulmak? Elbette bu mümkün değil, fakat tüm olumsuzlukları en aza indirmek için hayatımızda var olan her şeyi etkin kullanmayı öğrenmemiz gerekiyor. Sadeleşme, sadece eşyalarda değil komple bir yaşam biçiminde var olmalı. Sadece nesneler üzerinde değil hayat görüşlerimizde, fikirlerimizde de sadeleşme yoluna gitmeliyiz. Gardıropların sadeleşmesi yetmez, kıyafetleri giyindikten sonra kibirle insanların arasında boy göstermekten de kaçınmak gerekir. İş yaşamımızdaki laf kalabalığından kurtulmak da yetmez, gündelik yaşamımızdaki diyalogları da sadeleştirmek gerekir. Sadeleşmek, sadece kalabalıklardan kaçınmak değil kalabalığın içinde bile kendini var edebilme direncini göstermektir.
Sadeleşmek “az ama öz” ün hayatımızın merkezinde olması demektir. Azla yetinmek veya aza kanaat göstermek yaşam kalitesini, estetiği, sanatı azaltan bir şeye dönüşmemelidir elbette. Burada çok önemli bir denge kurulmalı. Çünkü sanat her zaman fayda sağlamayabilir. Buradaki yaşamı kolaylaştıran yarar faktörü sanat için olmazsa olmaz bir durum değil. Her ne kadar uzun uğraşlar sonucunda elde edilen bir sanat eseri de olsa esas itibarıyla sanatın özünde sadelik vardır.