Pencereyi açınca sabah yeli odasına doldu. Kuş cıvıltıları her yanı sardı. Hava serindi ama pencere önünde bir süre kalmayı yeğledi. Omuzlarına attığı hırkasına iyice sarındı. Kuş sesleri onu çok uzaklara, ta ilkokul yıllarında oturdukları eve götürdü. Arka bahçesi oldukça büyük, iki katlı güzelce bir evleri vardı. En uzak köşedeki kocaman dut ağacı, onun biraz daha berisindeki erik ağacı ve sol köşedeki elma ağacı oyun arkadaşlarıydı. Zamanında kim diktiyse ağaçları, orta alanı çocuklara rahatça koştursunlar diye ayırmış olmalıydı. Havalar az da olsa ısınınca, aynı bugünlerde olduğu gibi, hemen her sabah erik dallarına koşup bakardı tomurcuklanmış mı diye. Dalda ufacık da olsa göreceği bir tomurcuk, dünyalar kendisine verilmiş gibi mutlu ederdi onu. Çünkü havaların gitgide ısınacağını, arkadaşları ile okul dönüşü bahçede hava kararana dek oynayabileceğini anlardı. Okula gittiği yolu da baharda daha bir severdi. Leylak dalları bahçe duvarlarını aşmış evlerin önünden geçmeye bayılırdı mesela. Mest olurdu leylakların kokusuyla, keşke hiç solmasalar… İki üç güne bir leylaklardan koparıp sınıfa götürür, öğretmenden işiteceği teşekkürle daha bir severdi leylakları. Çok kalamadı çocukluğunda, çalan alarm ile kendine geldi. Keşke kendine gelmeseydi, keşke yine yaz tatilinde o sokaklarda dolaşma ihtimali onu heveslendirseydi. Ama işte kendine geldi. O kuvvetli yer sarsıntılarına evinin, okulunun, okul yolundaki diğer evlerin ve mahalledeki küçük dükkânların dayanamadığını hatırladı. Artık o sokaklarda çocukluğunu anımsatacak hiçbir şey kalmamıştı. Sadece onun değil milyonlarca insanın hiçbir şeyi kalmamıştı.
Bu yıl bahar coşkuyla gelemedi ülkemize, sevinçle bakamıyoruz dallara, çiçeklerin rengi soluk, kelebekler uçmuyor. İki büyük depremle eşimizi dostumuzu, evimizi barkımızı, anılarımızı ve hayallerimizi kaybettik. Kayıplarımız çok, acımız büyük. Cahit Zarifoğlu’nun dediği doğru, ne çok acı var, şu hayatta. Hissettiği hüzne değindiğimiz Adıyamanlı Zeynep Hanım’ın hikâyesindeki gibi her hikâye kendi acısını anlatıyor, her insan acıyı başka yaşıyor.
Olaylar, olgular insanın ona yüklediği mana ile anlam buluyor. Acıyı anlamak, yormak ve üstesinden gelmek de öyle. Bu nedenle acıya gösterilen tepkiler bir değil. Ayrıca acı, kendi içinde bir güç taşıyor ve her insanda farklı tavır ortaya çıkarıyor, sadece kişiye göre mi değişiyor tavır? Elbette hayır, insanın benzer olaylara karşı tepkisi bile zamana, mekâna göre farklılık gösteriyor. An oluyor yaşanan sıkıntı insanı geçmişe götürüp dünde kalmış acıları depreştiriyor, daha derin yaralanmalara sebep oluyor. An oluyor henüz karşılaşılan sıkıntılar geçmişin tecrübesiyle daha çabuk atlatılıyor. Dolayısıyla her sıkıntı, acı, hüzün sahibinden bir iz taşıyor. Bu yüzden insanın yaşadığı sıkıntının boyutlarını görmezden gelen, acısını tahfif eden her söz ve tavır muhatabını incitiyor.
Antropolog ve sosyolog David Le Breton, insanın en mahrem duygularından sayılan acıyı bireysel ve toplumsal boyutlarıyla ele aldığı kitabı Acının Antropolojisi’nde acının insan hayatındaki durumuna ilişkin şöyle der: “Basit duyumsal bir akış ve yükseliş değildir acı, her şeyden önce bireyin dünya ile ilişkisi sorununu ve dünya ile ilgili deneyimini sorgulayan bir algıdır. Acı, insanı kendisinden koparması ve sınırlarıyla yüz yüze getirmesi anlamında kutsal bir yaradır.” Breton’un hatırlattığı yönüyle acı, insanda bir kırılma meydana getirir. Yaşananlar bir ödev olur, nasihat olur insanın karşısında durur, başka olasılıkların da var olduğu gerçeğiyle yüzleştirir insanı. Farklı okuma biçimleri öğrenir insan bu süreçte, dertsiz bir hayatın imkânsızlığını kabullenme fırsatı bulur. Bunu Montaigne de “Acı, insanı kendi eğreti durumunu kabullenme konusunda eğitmeye uygun bir deneyimdir.” diyerek vurgular. Her öğrenim sürecinde olduğu gibi deneyimin insanı dönüştürmesi ise zaman alır.