Bir uğultu ve bir gürültü. Dehşetli bir sarsıntı yerin dibinden. Sonra bir aydınlanma gökyüzünde ve bir ışık. Sonra bir ses, bir çığlık. Şubat soğuğunda arkası kesilmeyen bir feryat. Sonra bir anda yıkılıp yok olan şehir, sonra soluğu kesilen hayat.
Her şeyin sonu mu bu yoksa? Yoksa kıyametin sesi mi bu işittiğimiz?
Bu eskimiş toprak, yeryüzüne düştük düşeli, en yalnız yanımızdan böylesine bahsetmemişti hiç. Böylesine bir afet ölümüyle ölmemişti kimse. Böylesine bir keder gelip oturmamıştı kimsenin yüreğine. Şimdi taştan, betondan, demirden büyük bir ormanın kucağında; güneşten, yıldızlardan ve kuşlardan yoksun sessizce yatıyor şehir. Bütün varlığı parçalanmış hâlde, yere serilmiş öylece yatıyor. Şehrin üstüne tül gibi yayılan toz bulutu, yitip giden hayatlardan arda kalan günlere ait ne varsa soluyor; canlı olan ne varsa yavaş yavaş kendine çekiyor, nefeslerini yutuyor. Düşünceler hiçbir yere sığamıyor artık. Hatıralar, hayaller ve geleceğe dair planlar, molozların arasından gün yüzüne atmış kendini, kavuşmak için sahibini bekliyor.
Şehir; sokaklarından, caddelerinden, evlerinden, çarşı pazarından ölüm sızdıran dehşetli gecenin ilk zamanlarını ardında bırakırken, sabahlar da akşamlar gibi yorgun düşmüş ve ağır tozdan arınmayı bekliyor.
Bekleyiş uzun olacak.
Kuru ve soğuk moloz tepeciklerin rengine bürünmüş insan yüzleri bekliyor. Solunan hava kimsenin umurunda değil. Bedenlerde hâlâ önceki akşamdan kalma bir dünya yorgunluğu var. Ayaz vurmuş gecede paltosuz ve çıplak ayaklarıyla dertlerinin içine düşmüş ve orada kaybolmuş insanlar bekliyor. Biçimini kaybetmiş binaların mümkündür ki eski bahçelerinde, caddelerin, sokakların ve hatta yer yer yıkılmış evlerin terk edilmişliğe sızan kokusuna kapılarak bekliyorlar. Molozların arasında küçük bir mağara gibi görünen her boşluk, boşluk olmaktan daha başka bir şey çünkü. Orada sınanmak vardır. Orada zaman zaman yeşeren bir umut vardır. Orada yer yer genişleyerek uzayıp giden bir yokluk vardır. Orada çocukların her zamanki renginden ve her zamanki yumuşaklığından uzak yüzleri vardır. Ansızın kaybedilenlerin dinmeyen acısı vardır. Ölenle ölmek, ağlayanla ağlamak; aç, susuz kalanlarla aç, susuz kalmak vardır. Orada gizlenen hıçkırıkları bir anne sesiyle göğe bırakmak vardır.
Bu heybeti yere serilmiş şehir, bir bedenin nefesini işittiğinde ancak ruhunu nasıl kaybettiğini unutur, canlanmaya yüz tutar; kederini bir yana bırakarak yıkık görüntülerini terk eder ve taşına, toprağına sıkışmış canları, uzanan ellere buruk bir mutlulukla teslim eder. Toza toprağa dönmüş ne varsa, yerinden yurdundan sökülüp atılmış ne varsa, harap olmuş parklar, bahçeler dahi farklı davranmazlar. Davranmazlar çünkü böylesi zamanlarda keskin soğukların inceden inceye nefes alıp veren her canlıya dokunduğuna, rengini bulamamış bulutların bütün sebepleri yüklenip üzerlerine yüklendiğine ve nihayetinde bir melek kanadının kederli yığınların üstünü merhametlice örttüğüne şahit olmuştur her biri. Kelimelere sığınmayan ağıtlar, feryatlar dahi enkazların arasında çoğalarak buna şahitlik eder. Biz de şahitlik ederiz. Gözlerimizin gördüğünü, dikenli bir pamuk gibi içimizde büyüttüğümüzden, her sessizliği besleyecek zemheride bırakan çığlıkları yüreğimize yerleştirdiğimizden, nereye gitsek sığamayacağımızı bildiğimizden şahitlik ederiz.
Dizlerimizin bağı hiç bu kadar çözülmemişti zira. Hiç bu kadar ölmemiştik ve hiç bu kadar eksilmemiştik zamanı bildiğimizden beri. Zamanı bildiğimizden beri evler, Sezai Karakoç’un diliyle “ölümün cesur körfezi” olmamıştı hiç bu kadar.
Biliyorum, yıkıntılar ayağa kıldırılabilir, harap olan yeniden yapılabilir, kırık olan onarılabilir. Korkmuş bir çocuğun nefesinde büyüyen tomurcuk yarınları, bir annenin gözlerine ağını örmeye başlayan tesellisiz zamanları biliyorum.
Biliyorum hayattır bu, yoldur, güç verir. Göğün merhameti kuşanmış yüzünde umut, biliyorum çok şey demektir. Bazen umuda öylesine sarılırsın ki harabeye dönse de ayrılmayı aklına getirmediğin mekânların olur. Bahar nasılsa yeşertir, dersin yeniden umutlarımı. Düşersem, düştüğüm yerden kalkarım elbet, canımdan kopanlarla kalkarım ve yeniden başlarım, dersin.
Tarık Tufan’ın dediği gibi “biz her şeye, esirgeyen ve bağışlayan, çokça esirgeyen ve çokça bağışlayan, hep esirgeyen ve hep bağışlayan, rabbin adıyla başlayan” insanlarız. Bu yüzden yüreğimiz kanasa da aklımız ve bedenimiz zorluklara direnmeye kararlı. Her şeye rağmen yıkıntıların üzerinden ayağa kalkma çabamızın, doğrulma gayretimizin sebebi bu. Korkulu zamanlardan kalma bakışların çağrısına uyarak her seferinde daha keskin daha inatla yaşamayı öğrenmemiz de bu yüzden.
Bütün bunları biliyorum.
Ama yoruldum işte.