Geçmiş Zamanın Peşinde

Güneş aydınlık elleriyle yüzümü gıdıklayarak uyandırıyor beni. Gözlerimi ovuşturarak kalkıyorum çiçekli döşeğimden. Dışarıya, yüzümü yıkamaya çıkıyorum parmaklarımın ucunda. Ve mis gibi bir koku. İncir kokusu... Ama alelade bir incir değil bu. Dedemin inciri. Herkesi gölgesine alabilecek kadar heybetli, herkesin bir tane de olsa anısını saklayacak kadar görmüş geçirmiş... Hemen dibindeki, taştan oyulmuş tastan su içmek için kediler bekleşiyor. Minik ekmek evinin tahta kapısı limon ağacının dalları arkasından göz kırpıyor. Güneşten önce uyanan nenem ekmek evinin önünde, nergislerini okşuyor. Dedem biraz daha arkadan gelip kulağıma fısıldıyor. “Nenen çiçeklerini benden çok seviyor.” Gülümsüyorum.

İsmini bilmediğim çiçeklerin tozları uçuşurken havada, sanki ömrümün kum saati yana devrilip zamanı durduruyor. Ben de gözlerimin önünde çocuklaşan bu sıcak yüzün karşısında ısınıyorum. Bir damlayla tüm çiçek tozları yeniden iniveriyor yere. Yağmurun soğuk olduğu anlardan biri bu. Oyalı yazmamı düzelterek tekrar içeri giriyorum. Sonra akşam eve dönerken kapının önüne savurduğum terliklerime çarpıyor gözüm. Dedem de görmüş olacak ki mavi lastikten ayakkabıların en altta, arkaya doğru itilmiş olduğu tahta dolaptan benim terliklerime de yer açıyor. Rafın perdesini çektikten sonra, ben de içi yaprak dolu yastıkları olan üç sofalı odaya yöneliyorum elbette. Kuzenlerim henüz gelmeseler de sevimli buluşma yerimizi hasret ve heyecanla yoğrulmuş oyunlara hazırlamalıyım. Akşama dek babam sırasıyla Kur’an okutuyor bize. Oruç ile ilgili oyunlar oynuyoruz. Bazen unutuveriyoruz heyecandan.

Ama kimse kırmıyor birbirini. Büyük bir bardaktan su içerken küçük kardeşim, arkadan parmağını dudağına götürüp “sessiz” işareti yapan eller görüyorum. Akşam hazırlayacağımız iftar, kılacağımız teravih, bugün gül kokulu tespihin kime denk geleceği ve elbette yeşil, mor incirler... Gün içinde hep aklıma geliyorlar. Halka oluşturup önümüzdeki dergilerden parçalar okurken sesler duyuluyor aşağıdan. Geldiler! Hep bir koldan sofrayı kuruyoruz. Büyük bir özenle tabaklar, bardaklar uzun sofraya diziliyor boydan boya. Sonra en güzel kısım. Tüm ilçenin göründüğü balkondan minarelerin ışığının yanmasını bekliyoruz. Mahyadaki hadisi okuyoruz ezberleyene dek. Birden ışıklar aydınlatıyor etrafı. Ezan başlayana kadar koşarak sofraya geliyoruz “Işıklar yandı!” diye bağırarak. “Allahu ekber” sesiyle besmele çekiyoruz birbirimizin dudaklarına bakıp bakıp. Bir anlığına yemek yemeyi unutup herkesin gözlerine bakıyorum tek tek...

Şimdi on sekiz yaşındayım. Hâlâ bir incir kokusu duysam sessizce ısınır kalbim. Nergis görsem yol kenarında, nenemin kokusu gelir burnuma. Artık dedemin bahçesinde açmasa da... Ne kadar ayakkabılığın altına ittirilse de mavi lastik ayakkabılar hâlâ bir şeyler anlatıyor geçmişten bugüne. Ve asıl olanın bu “eskimeyenler”i yaşatmak olduğunu anlıyorum. Her gördüğüm incir ağacını bu duygularla selamlıyorum.

*“Sonra ansızın o hatıra karşımda beliriverdi. Bu tat Combray’da pazar sabahları Leonie halamın günaydın demeye odasına gittiğimde, çayına ya da ıhlamuruna batırıp bana verdiği bir parça madlenin tadıydı.”

Bu köşe, Marcel Proust’un Geçmiş Zamanın Peşinde adlı eserinden ilhamla hazırlanmıştır.