“Bilgileri üst üste yığarsanız, kimseye okutamazsınız. Biyografi yazarı eline kalemi bir romancı dikkat ve hassasiyetiyle almalıdır.”
Araştırma kitapları yorucudur çoğu zaman. Kullanılan makale dili, âdeta soğuk bir sınıfın tahta sıralarına otutturur bizi, dinlemek istemediğimiz usandırıcı bir dersin ortasındayızdır, dakikalar geçmek bilmez. Üst üste yığılan bilgilerin arasında bir nefeslik yer bulmaya çalışmak da beyhudedir.
Bu duruma, araştırma kitaplarının kaderidir diyenler çıkabilir. Öyle midir gerçekten? Şöyle kendimizi yemyeşil çayırlarda en kaliteli oksijeni solurken bulduğumuz bir araştırma kitabı yok mudur? Heyecansız, kuru ve renksiz bir üsluptan uzak...
İşte Beşir Ayvazoğlu tam da arzuladığımız gibi bir yazar. Bütün biyografilerini heyecanlı bir roman havası içinde okuyabiliriz. Bu romanlar “öteki canlar”la daha da renklenir. Çünkü Ayvazoğlu, tabiatı daha üst seviyede bir gerçekliğin yansıması olarak algılar; ne hayvanları ne de çiçekleri ve bahçeleri görmezden gelebilir. Mor, kırmızı, sarı, pembe ışıl ışıl parıldayan güzellikleri seyretmeden geçip gitmeye gönlü razı olmaz. Yine edebiyat tarihimizin hayvanlar hakkında en çok kalem oynatan yazarıdır. “Öteki canlar”ı hiç kimsenin aklına gelmeyecek şekilde kitaplarına dâhil ederek biyografilerini daha da renklendirir.
Kültür tarihimiz açısından edebiyatımıza kıymetli eserler kazandıran Beşir Ayvazoğlu’na kulak verelim.
Beşir Bey, biyografi heybenizde Yahya Kemal’den Ahmet Haşim’e, Yunus Emre’den Şeyh Galip’e, Peyami Safa’dan Mehmet Genç’e kadar onlarca isim sizin tabirinizle bir edebî “ekosistem” kurmuş durumda. Hiç durmadan genişleyen, her geçen gün boşluklarını dolduran bir ekosistem... Ve bugün biyografi deyince ilk akla gelen isim hiç şüphesiz Beşir Ayvazoğlu. Bu uzun, bir o kadar da yorucu serüvene nasıl başladığınızı merak ediyorum. Sizi biyografi yazmaya yönlendiren şey neydi?
Teşekkür ederim, sizin de söylediğiniz gibi edebî bir ekosistem oluşturmaya çalışıyorum. Bütün yazdıklarım birbirinin içinden doğduğu için bu sonuç kaçınılmazdı. Beni biyografiye yönlendiren bir şeyden bahsetmem zor. Çünkü zaman içinde birçok sebep birleşerek sizi bir noktaya sürüklüyor. Çocuk yaşta ödev olarak yazdığım, beğenilince haftalık bir mahallî gazetede beş hafta tefrika edilen Ali Şir Nevai biyografisi sayılmazsa, biyografi yazarlığına Yahya Kemal ve Mehmet Akif hakkında araştırmalar yaparak başladığımı söyleyebilirim. 1985 yılında yayımlanan Eve Dönem Adam, Yahya Kemal’i bir fikir adamı olarak anlama ve anlatma çabası olmakla beraber biyografik özellikler de taşıyan bir kitaptı. Kültürümüzün zenginlikleri; yani eski şiir, eski musiki, klasik sanatlar, İstanbul’un tarihi, kültürü; estetiği, onun eserlerini okumaya başladıktan sonra beni cezbetmeye başladı. Açıkçası kendimi Yahya Kemal’e borçlu hissediyordum. Ahmet Haşim’le de hem Yahya Kemal’in hayatındaki yeri hem de modern şiirimizin doğuşundaki önemli rolü sebebiyle ilgilenmeye başladım. Bunlara Mehmet Akif ve Necip Fazıl ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ı da ekleyiniz. Ama yazdığım ilk tam biyografi, Küçük Ağa’sını lise yıllarında okuyup hayran olduğum, “Küçük Ağa” dizisinin Bursa’daki çekimleri sırasında da kendisiyle tanıştığım Tarık Buğra’nın biyografisidir. Sonraki yıllarda aynı gazetelerde yazdık, kitaplarımız da aynı yayınevi tarafından yayımlanırdı. Peyami Safa biyografisini kitaplarımı yayımlayan, Peyami Safa’nın eserlerinin de yayın hakkına sahip olan yayınevinin talebi üzerine yazmıştım. Beş yılda yazabildiğim Peyami biyografisi, biyografiyi aşan, onun yaşadığı dönemin bütün siyasi, edebî ve fikrî atmosferini de yansıtan bir monografidir. Kendimi bu biyografiyi yazdıktan sonra bir biyografi yazarı gibi hissetmeye başladım. Gazete ve dergi koleksiyonlarının nasıl bir hazine olduğunu o zaman keşfetmişimdir. Ahmet Haşim ve Florinalı Nazım biyografileri Peyami Safa biyografisinden doğdu. İsmini zikrettiğim şair ve yazarların hayatında bir şekilde rol oynamış Tevfik Fikret’i başkalarına bırakamazdım. Peyami Safa’nın babasının arkadaşı, kendisinin isim babası, Ahmet Haşim’in Galatasaray’dan hocası, Mehmet Akif’in kavga ettiği adam, Florinalı Nazım’ın Cumhuriyet’in ilk yıllarında düzenlediği ihtifallerle unutulmamasını sağladığı şair... Şeyh Galip ve Ahmet Haşim biyografileri de birbirleriyle ilişkilidir. Şeyh Galip biyografisi beni bir Asaf Halet Çelebi biyografisi yazmaya zorladı. Ayrıca ressam ve musikişinas biyografilerim var, Malik Aksel ve Cinuçen Tanrıkorur gibi...
He’nin İki Gözü İki Çeşme (Bir Asaf Hâlet Çelebi Biyografisi) adlı kitabınızın ön sözünde “Her iyi biyografi, biyografisi yazılan kişiyi aşar.” diyorsunuz. Tek başına bu cümle bile biyografi yazmanın ciddiyetini bütün açıklığıyla ortaya döküyor. Bize biraz biyografinin kurallarından ve bu kuralları uygulamanın güçlüklerinden bahsedebilir misiniz?
Şunu söylemek istemiştim: Biyografisini yazdığınız kişiyi anlayabilmeniz için onu, yaşadığı çağın ve çevrenin içinde görebilmelisiniz. Bu da o çağ ve çevre hakkında bütün yönleriyle bilgi sahibi olmanızı gerektirir. Biyografi yazarlığı hakikaten zordur, çünkü Türkiye’de bilgiye ulaşmak çok zor... Hele son zamanlarda çıkarılan “Kişisel Verileri Koruma Kanunu”, araştırmacıların önüne Çin Seddi gibi dikildi. Kanun hazırlanırken bunun hiç hesaba katılmadığını düşünüyorum. Binbir emekle babalarını, dedelerini vb. unutulmaktan kurtaran yazarların milyonlar kazandığını zanneden cahil vârisler ayrı bir problemdir. Biyografi yazmaya başladığım yıllarda süreli yayın koleksiyonlarına ulaşmak da zordu ve çok zaman harcamak gerekiyordu. Birkaç kütüphane ve kurum koleksiyonlarını dijitalleştirince işimiz nispeten kolaylaştı. Bütün bunlar bir yana, biyografisi yazılacak kadar önemli kişiler genellikle çok yönlü ve anlaşılması zor insanlardır. Mesela Peyami Safa... Çocuk yaşta yazmaya başlamış, ömrünün sonuna kadar yazmadığı gazete ve dergi kalmamış; romancı, gazeteci, köşe yazarı, mizah yazarı, yayıncı, fikir adamı gibi birçok kimliğe sahip; ayrıca felsefe, parapsikoloji (bilfiil ispritizma celseleri düzenleyen bir medyumdu), tiyatro, resim ve musikiyle uğraşmış, polemiği seven, siyasetle de ilgilenen çok yönlü bir adam... Biyografi yazarı onu bütün bu yönleriyle kuşatıp ruhuna nüfuz etmek zorundadır. Bunun nasıl bir gayret ve donanım gerektirdiğini söylemeye gerek var mı? Açıkçası, biyografi yazarlığı disiplinlerarasılığı gerektiren zor bir iş... Ve tabii kurgu... Bilgileri üst üste yığarsanız, kimseye okutamazsınız. Biyografi yazarı eline kalemi bir romancı dikkat ve hassasiyetiyle almalıdır. Etik sınırları büyük bir titizlikle belirlemek, şahsi fikir ve duyguları paranteze almak da şarttır.
Hüseyin Rahmi çok sevdiği kedisinin ölümü üzerine “Bir kedinin, bir cihangirin, bir cihanın üfûlü aynı kanun-ı hilkate dairdir.” diyor. Son kitabınız Öteki Canlar’da rastladığım bu cümle sizin dünyaya bakışınızı özetliyor gibi geldi bana. Sadece insanın değil bir nergisin, bir lalenin, bir kedinin ya da güvercinin biyografisini de yazıyor olmanız, ekosisteminize öteki canları da dâhil etmeniz bu bakış açısıyla ilgili olsa gerek. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Evet, Öteki Canlar’ın giriş ve sonuç bölümlerinde bu konudaki düşüncelerimi uzun uzadıya anlattım. Canlı ve cansız bütün varlıklar hep birlikte bir ekosistem oluştururlar. Bu ayrı bir bahis... Hayvanları çok sevdiğimi, bir kedimin olduğunu biliyorsunuz. Eğer biyografilerimi okuduysanız, hayatını yazdığım şairlerin, yazarların –varsa– hayvanlarla ilişkilerini de mutlaka anlatırım. Mesela Ahmet Haşim biyografisine bakınız; “Kurbağa” ve “Kuşlar” başlıklarını taşıyan iki müstakil bölüm olduğunu göreceksiniz. Asaf Halet Çelebi’nin çocukluk yıllarını yazarken de kedilerle dostluğundan uzun uzun söz ettim. Tevfik Fikret’in kedileri hakkında da Fikret biyografisinde bilgi bulabilirsiniz. Ayrıca çeşitli vesilelerle hayvanlar hakkında kaleme aldığım yazılarım var. Kısacası, yazdığım hemen her metin diğerleriyle herhangi bir şekilde ilişkilidir. Bu ilişkiler ağına ben “edebî ekosistem” diyorum.
Modernleşme maceramızda bazı yazarların kedileri ve köpekleri de işin içine katarak Şarklı, Garplı tartışması yaptıklarını görüyoruz. Öteki Canlar’da buna dair ilginç ve eğlenceli anekdotlar var. Bu çekişmede siz -kedi sever biri olarak- kimin tarafındasınız? Peyami Safa’nın mı Hakkı Süha’nın mı?
Peyami Safa’nınki bence oryantalist bir yaklaşımdır. Kedi sevmek Şarklılık, köpek sevmek Garplılık... Kedi seven Batılı onlarca şair, yazar, ressam ve musikişinas ismi verebilirim size. Ve köpek seven onlarca Şarklı... Aslında hayvanların birini sevmek, diğerini sevmemek olacak şey değil. Gerçek bir hayvansever bütün hayvanları sever ve hepsinin yaşama haklarını savunur. Öteki Canlar’da tasavvuf erbabının hayvanlara nasıl yaklaştıklarına dair örnekler de verdim.
Bizi rengârenk bahçelere uyandıran Güller Kitabı’nda sanatımızın köklerine iniyor ve bugün modern insan için hiçbir şey ifade etmeyen tabiatın maneviliğine dikkat çekiyorsunuz. Nedir, o çoktan unuttuğumuz tabiatın maneviliği ve edebiyatımıza etkisi?
Hani, Güller Kitabı’nda bazı anekdotlar anlatmıştım. Bu şu: Gotama Buda, bir gün kendisini dinlemek üzere toplanan öğrencilerine tek kelime bile söylemez, yere eğilerek birkaç çiçek koparır ve görmeleri için onlara doğru uzatır. Buda’nın ne demek istediğini öğrencilerinden sadece biri anlar ve anladığını gülümseyişiyle belli eder. Diğeri de şöyle: Aziz Mahmud Hüdai, Bursa’da bir gün arkadaşlarıyla birlikte kırlara çıkar. Döndüklerinde bütün dervişlerin ellerinde Üftade’ye sunmak üzere birer demet çiçek vardır. Hüdai ise şeyhinin huzuruna sapı kırılmış, soluk, buruşuk bir çiçekle çıkar. Üftade, “Bana şu sapı kırık çiçeği mi layık gördün?” diye sorunca o, şöyle karşılık verir: “Size ne sunsam azdır efendim. Fakat hangi çiçeğe elimi attıysam Tanrı’nın adını zikrettiğini işiterek irkildim. Yalnız bu çiçekten ses çıkmıyordu, ben de koparıp onu getirdim size.” Bunlar birer menkıbe ama arkalarında derin bir hakikat gizli. Semavi dinlerden Budizm ve Taoizm gibi Uzak Doğu dinlerine kadar bütün inanç sistemlerinde tabiat, insanı Mutlak Varlık’a götüren bir semboller âlemidir. Çiçeğinden böceğine, kurdundan kuşuna, taşından toprağına, her şey ondan bir işarettir. Kur’an-ı Kerim’de bu işaretlere “ayet” denir ve insanlar sürekli olarak ayetlere bakıp düşünmeye (murakabe) davet edilir. Tabiat, dinlerin özellikle “esoterique” yorumlarında Mutlak Varlık’ın bir tezahürü olarak görülmektedir. En yüksek seviyedeki canlıdan maddenin en süflisine kadar her şey kutsaldır, saygıya değerdir; incitilmemeli, tahrip edilmemelidir. Kadim medeniyetlerin temel ilkelerinden biri olan tabiatın maneviliği, modern insan için hiçbir anlam ifade etmiyor. Ama gerçek bir Müslüman, gerçek bir Hristiyan, hatta bir Budist veya Taoist, herhangi bir çiçeğe baktığında modern insanın gördüğünden çok farklı bir şey görüyordu. Bu bakımdan Buda’nın ve Aziz Mahmud Hüdai’nin söylemek istedikleri aslında aynı şeydir. Tabiatın, daha geniş anlamda çevrenin acımasızca tahribi, biraz da modern Batı medeniyetinin, sözünü ettiğimiz temel ilkeden uzaklaşmış olması yüzündendir. Çiçekler günümüz insanına Buda’ya veya Aziz Mahmud Hüdai’ye söylediklerini söylemiyorlar; söyleseler bile insanlar artık çiçeklerin dilini unuttu.
Sait Faik “Kahvehaneye gitmemiş bir üniversitelinin tahsilini yarım sayarım.” der. Bu cümle bir zamanlar, kahvehanelerin insanları bir araya getirmenin ötesinde onları eğiten sosyolojik bir vaka olduğunu da anlatır. Bu manada pek çok kitabınızda denk geldiğimiz “Küllük Kahvesi”nden ve “Küllük Mezunları”ndan bahsedebilir misiniz?
Bu sorunuza doyurucu cevap verebilmem için bizde kahvenin ve kahvehanenin tarihine girmem lazım. Bu mümkün değil tabii... Kahvehane deyince bir örnek mekânlar düşünmemek lazım. İlk kahvehaneler sosyalleşme ihtiyacını karşılayan kültürel mekânlardı. Şairlerin, musikişinasların, mazül devlet adamlarının bir araya geldiği mekânlar... Daha sonra başka ihtiyaçlara da cevap veren kahvehaneler açılmaya başlandı. Esnaf kahveleri, semai kahveleri, tiryaki kahveleri, balıkçı kahveleri, yeniçeri kahveleri ve tabii salaş mahalle kahveleri... Mehmet Akif, “Mahalle Kahvesi” manzumesinde bakımsız, sadece tavla, domino ve kâğıt oyunlarının oynandığı, vakit öldürülen ve dedikodu yapılan mahalle kahvelerine hücum etmiştir. Aslında onun da okuryazar takımının tercih ettiği bazı çayhane ve kahvehanelere devam ettiğini biliyoruz. Camilerin etrafında kahvehaneler oluşmuştur. Özellikle yaşlıların namaz saatini beklerken vakit geçirebilecekleri mekânlardı bunlar. Küllük mesela... Bu açık hava kahvesi üniversiteye, Babıali’ye ve kütüphanelere yakın olduğu için zamanla üniversite hocalarının, gazetecilerin, şair, yazar ve ressamların buluştukları, tartıştıkları, şiirlerini, hikâyelerini yazdıkları, hatta dergi idarehanesi olarak kullandıkları bir mekâna dönüştü. 1920’lerden 1950’ların sonlarına kadar faal olan, fakat altın devrini 1930’larda ve 1940’larda yaşayan bir kahvehane... Sıtkı Akozan’ın Küllükname’sinde 1930’ların müdavimleri anlatılır. Böyle başka kahvehaneler de vardı. Dergâh mecmuasının hazırlandığı İkbal Kıraathanesi, Meserret Kıraathanesi, Darüttalim Kıraathanesi, Marmara Kıraathanesi gibi... Buralara devam eden gençler ikinci bir üniversite okumuşçasına bilgi sahibi olurlardı. Sizin de dediğiniz gibi rahmetli Tarık Buğra “Ben Küllük mezunuyum!” derdi. Unutmadan, bu kahvehanelerin benim “edebî ekosistem”imde önemli yerleri olduğunu söylemeliyim.
Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları, Yakup Kadri’nin Ankara’sı ya da Yaban’ı, Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’sı, Yağmuru Beklerken’i... Bütün bu romanlar hiç şüphesiz Türk edebiyatının temel taşlarıdır. Ancak sadece edebî metinler olarak kalmazlar, edebiyatın ötesine geçerek bir nevi tarih kitabı işlevi de görürler. Beşir Hocam, her fırsatta dile getirdiğiniz “Edebiyat, edebiyatı aşar.” cümlenizi bu şekilde yorumlayabilir miyiz? Edebiyatın edebiyatı aşması başka hangi şekillerde olur?
Tabii, yakın tarihimizi anlayabilmek için Tanzimat’tan bugüne Türk romanına bakmak lazım. Biliyorsunuz, Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış isimli meşhur eserinde Batılılaşma maceramızı romanlardan hareketle irdelemişti. Bence tarihçilerin edebiyatla da ilgilenmelerinde büyük fayda vardır. Herhangi bir romancının bir tespiti bazen bir arşiv belgesinden daha açıklayıcı olabilir. Size bir şey söyleyeyim mi? Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanlarını okumadan eski İstanbul hayatı hakkında konuşmak zordur.
Son olarak size bazı kelimeler versem ve onlarla ilgili aklınıza gelen ilk çağrışımları sorsam ne dersiniz?