Ruhun Düellosu

Mark Twain İnsan Nedir? isimli eserinde insanın kendi onayına muhtaçlığı ve kendi ruhunu tatmin etme isteği üzerinde durur. Trajik bir hikâyeyi meseleye bir misal olarak aktarır. Amerika Birleşik Devletleri’nin kurucu teorisyenlerinden biri olan Alexander Hamilton’un, Thomas Jefferson’un yardımcısı Aaron Burr ile yaptığı düellonun hikâyesidir bu. Hamilton, esasında akıllı ve prensipli bir adamdır. Buna rağmen toplumun fikrine duyduğu saygıdan ötürü düellodan kaçmaz. Twain’in yorumuyla “gülünç dünya”ya kendini kabul ettirebilmek için ailesini de çok seviyor olmasına rağmen toplumun onayını almak, ruhsal rahatlığını temin etmek adına inandığı değerleri, ailesini, merhametli kalbini ve yüksek prensiplerini de bir kenara bırakarak düelloda iki ihtimalden kötü olanı ile yüzleşir.

İnsan davranışlarını belirleyen, çoğu zaman iç dinamiklerden çok dış tazyikler oluyor. İçinde yaşadığımız toplumda norm olarak varsayılan görünmez giyotine, bile isteye boynumuzu teslim ediyoruz. Teorik olarak inandıklarımız, duyarlılıklarımız, mesuliyetlerimiz bir anda hükümsüz kalıyor. Aldığımız kararların toplum tarafından nasıl karşılanacağı sorusu kendi ihtiyaç, istek ve beklentilerimizin önüne geçiyor. Ruhumuzu kurtarma telaşında, onur savaşında buluyoruz kendimizi. Ruhumuzun fiyakası, bedenimizin bu dünyadaki varlığından bile daha önemli hâle geliyor.

İşi inada bindirip, inat da bir murat hesabınca giriştiğimiz her mücadelenin temelde şahsiyetimizin var olma çırpınışı olduğu söylenebilir. Ne pahasına olursa olsun hangi fedakârlığı gerektirirse gerektirsin insan, kamunun onayını alma ve böylelikle ruhunu sükûna erdirme çabasında buluyor kendini.

Sanatçı açısından da bu belirleyici bir durumdur. Sanatçı, bir yüksek tepeye çıkıp kendi dilince bir şeyler anlatıp kendine muhatap arayan kimsedir. Her ne kadar doğuştan gelen kabiliyeti, duyarlılıkları, iç itkileri onu sanat eserini üretmeye sevk etse de o da muhatabın onayını arar durur. İltifat görmeyen metanın zayi olması kaçınılmaz görülür çünkü. Yitip gitmeme, kendince bir iz bırakma, bir kanona dâhil olma arzusu yeri gelir orijinallikten, özgünlükten, nitelikten daha önemli hâle gelir. Sanatçının gerçekten muhafaza etmek istediği şey, sanatının biricikliğinden öte kendi bu dünyadan göçse bile devam etmesini umduğu anonim bir teyittir. Belki de sanatı besleyen en derin kök bu onay arzusudur. Ruhu rahat ettirecek bu tatminin hiçbir şeyle kıyası yapılamaz.

İhtiyaç sahiplerini kollayıp gözeten bir kimsenin başkalarının mutlu olmasını görmekten duyduğu

haz/sevinç/neşeye sebep gülen bir çift gözde parıldayan “Evet, sen iyi bir insansın.” ifadesidir. Huzur; kozmos içinde bir işe yaradığımızı hissetme duygusudur belki de. Cismimle olduğu kadar ruhumla da bir boşluğu dolduruyorum duygusu bedeni önemsizleştirir. Ruhun ölümden azade oluşu insanı cesaretlendirir ve âdeta kanatlandırır.

“Ne olacaksa olsun yeter ki huzuru kaçmasın ruhumun.” düşüncesi kimi insanlarda bir karaktere dönüşür. Yok sayılma, muhatap kabul edilmeme insan ruhunu yaralar ve ona ıstırap verir. Görmezden gelinmektense eza, cefa, mihnet, dert, sıkıntı daha evladır. Âşığı en çok üzen de bu değil midir? Sevgiliden gelecek eziyet bile âşığın canını besler; lütuf beklemek zaten ayıptır âşık için. Rakipleri olsa bile bir miktar kendisine imtiyaz talep eder sadece sevgiliden. Âşık da gönlünü sevgilinin kara saçlarına bağlamakla özgürleşmiş sayar kendini. O karanlıkta kaybolmak her prensipten her mesuliyetten daha önemlidir onun için. Teyidini sevgiliden canı pahasına alır, ruhunu huzura kavuşturur böylelikle.

İnsan benliğinin teskin yeri artık dijital dünya oldu. İspat-ı vücuda, varlığını belirginleştirmeye, tebellür etmeye kolayından birçok kapı açılıyor bu dünyada. Teyit şartları, yeterlilikleri, yöntemleri değişse de bu zeminde var olmanın gerekliliğine ikna olmuş vaziyetteyiz. İlkelerimiz, değerlerimiz bu dünyanın algoritmasına, işletim mantığına ne kadar uygun henüz bunun sağlamasını yapacak kadar tecrübe kazanamadık doğrusu. Bu zeminde kabul görme arzusu basit bir strateji yahut yöntem olmanın ötesine çoktan geçti yalnız. Müdahil olma ehliyeti taşıyıp taşımadığımıza bakmaksızın, tartışmaya açılan meseleler hakkında bir cephede konuşlanma mecburiyeti hissediyoruz. Gerçek hayatta temas kurmamız mümkün olmayan birçok insanla lüzumsuz bir doğrudanlıkla etkileşime girebiliyoruz. Kurtarmamız, falso vermeden idare etmemiz gereken bir ağ örmek; kariyerimizi planlamak, varlığımızı sağlamlaştırmak zorundayız burada. Çapraz ateşlere uğramayı göze almayı; yüzünü görmesek, hikâyesini bilmesek dahi düşman bellediğimiz kimselerin karşısında korkusuzca durmayı ödev sayıyoruz kendimize. Geri çekilmek intihar sayılacağı için kundağına sımsıkı sarıldığımız misyonumuz uğruna her düelloyu göze alıyoruz. Mark Twain’in üzerinde durduğu gibi benliğimizin ihtiyaç duyduğu onayı ölsek de kalsak da almış oluyoruz böylece.