Keder, kalın bir örtü gibi kapladı yine üstümüzü. Yine içimiz alev alev. Yine yüreklerimize bir balyoz oldu indi afet. Bir yeryüzü çığlığı hayatın aydınlık yanını karartırken sanki bütün damarları bir günde parçalandı dünyanın. Oldukça kısa sayılabilecek bir süre zarfında oldu her şey. İki kere oldu üstelik. İki kere hayat tarumar oldu. Gece en güçlü yanını alarak geldi. Korkuları, kaygıları depreştirerek acıyla geldi. Uykuyu haram kılarak geldi gece.
Sabahın ışıkları hangi kıyametin üstüne doğacak nereden bileceksin?
Dünyanın bir yetimhaneye döndüğü böyle zamanlarda, zemheride bırakan çığlıklar işitirsin. İşittiğin her çığlık, önü alınamaz bir şekilde gitgide büyür. Bütün mevsimlerin, siyah beyaz bulutların, yağmurların, karların, acı soğukların, sökülen ağaçların arasında hiç de şaşırtıcı olmayan çaresizliği ile ağıtlar yakarak gezinir. Yıkılmış duvarların, kırılmış kolonların, çökmüş binaların, art arda gelen sallantıların eşliğinde şaşkına dönmüştür ruhun, naçar bir sessizliğe gömülüp kederli arayışlarla koşturur durur. Bedeninin sana ait olmadığını hissedersin; taş olursun, demir olursun, beton olursun. Hiçbir şey tam olarak belli değildir çünkü. Bir yanda umut vardır bir yanda acı. Bir yanın yeryüzünün kırılmış hatlarında dolaşır, bir yanın güneşi umutla, sabırla bekler. Hangi binanın hangi yığınının altında hangi sese dikkat kesilmek gerek bilemezsin. Önemli de değildir zaten kimin sesini işiteceğin. Bakışlarını yönelttiğin yerlerde kim olduğunu bilmeksizin bir hayat belirtisi ararsın yalnızca. “Ses verin!” dersin, dinlersin, sessizce beklersin. Beklemek oldukça zordur. Bir ses, bir nefes, bir hareket, zayıf da olsa bir ışık. Bir gün, iki gün, üç gün… Geride bırakılan günlerin acıyla karılmış zamanlara bürünerek kendini göstermesi başka kederlerin kapısını çalar. Açılan her kapı, kapanan bir ömür defterinin habercisi olur çoğu kez. O anları hayattan kopmuş bir ifadenin hâkim olduğu gözlerle yaşarsın. Dünyalık namına hiçbir şeyi düşünmezsin, malını mülkünü düşünmezsin. Makamını, mevkiini düşünmezsin. Kendi canını bile düşünmezsin. Yıkıntıların arasından hayata uzanan küçük elleri gördüğünde, ömrün geride kalanını getirmezsin aklına.
Bir zemheride yaşanan can pazarıdır bu.
Bazen işte böyle kırık dökük sevinçlerle bocalayıp durursun. Kaç insanın ruhunu terk etmiş bedeninde kendini görmüş, enkaz altında kalmış kaç insanın sesi için sessiz kalmışsındır, kestiremezsin. Düşüncelerin azgın bir nehrin farklı kolları gibi çekilir yer altına. Bazen karamsar, bazen kederli, bazen kızgın olursun ve sancısı bitmek bilmeyen gecelerden, gündüzlerden kaçarak, gecenin ve gündüzün sahibine sığınırsın. “Allah’ım” dersin, “yardım et.”
Bir zaman sonra insan her şeye alışır. Öyle derler. Unutur bile. Zaman geçtikçe hiçbir şey olmamış gibi normal hayatına geri döner. Başka bir çare bulamadığından çekilir kadim sığınağına ve dokunaklı bir tavırla razı gelir her şeye. Çöküntüler altında bırakılmış yüzler dahi görmüş, ağrılı sözler dahi işitmiş olsa, o maharetli örtüsüne bürünür ve susar. Hep dünyanın puslu yanıyla sınanmış olsa da gündüzleri de geceye katar ve susar.
Acıları içinde çoğaltarak büyüten ve öylece yaşayan biri nasıl unutsun, dehşetli sarsıntılardan kendini nasıl arındırsın? Gün gün açan gül goncaları, bir deprem sonrası neye yenik düştüğünü bilmeden solmuşken, can buna nasıl yanmasın? Bu harabeye dönmüş yerlerin, insanı mutlu hissettirebilecek gün batımları ve gün doğumları artık yokken bu yoksulluğa insan nasıl alışsın? Hangi söz ona teselli olsun?
Kuş kadar yürek nasıl dayansın dağ kadar kedere?
Bu yüzden defalarca aynı acıları yaşayan bu koca millet birlik içinde tek bir insan gibi davrandı her seferinde. Ölümün çaresizliği, kim olduğumuza bakmaksızın bizi aynı yerde buluşturdu. Acının en şiddetlisi karşısında milletçe tek bir beden olduk. Aynı yıkıntıların altında kaldık. Aynı umutla kurtarılmayı bekledik. Tek bir insan gibi ağladık ve sevindik. Tek bir insan gibi düşündük, davrandık, yardıma koştuk.
Daha fazla dilimiz damağımız kurumadan, daha fazla canımız yanmadan, afetlerin peşi sıra yüreğimiz erimeden daha fazla, betonları dahi donduran soğuk, ciğerlere daha fazla dokunmadan gülelim istiyoruz. Yüzümüzdeki hüzün silinsin istiyoruz.
Biz böyle salkım saçak duygularla uzaktan uzaktan dertleniriz ya, yüzlercemiz, binlercemiz ölürken biz böyle defalarca yaşanmış acılardan yakınarak kederleniriz ya; milyonlarca gözden sızan merhamet pınarlarını hissederek söyleriz bunları! Bu aziz milletin koca yüreğini bildiğimizden söyleriz. İhmalkârlıkları, açgözlülükleri, emanete ihanetleri; fitne çıkarmak için, birlik ve beraberliği bozmak için gösterilen çabaları unutmadan söyleriz.
Su olup yıkıntıların arasına sızamadığımızdan, ateş olup soğuk bedenleri ısıtamadığımızdan, kuş olup yanlarına uçamadığımızdan söyleriz.
Söyleriz çünkü kalbimizde, zamanı ve mekânı önemsemeden peşimiz sıra gezen ve sessizce kendini çoğaltan ölümün ağırlığı vardır.