Geçmiş Zamanın Peşinde

Rüzgâr, estiğinde bizi zaman zaman şimdiden koparıp mazinin kıyılarına sürükler. Bazen kuvvetle eser, anılarımızın üzerine yığılmış kumlara üfler, onları gün yüzüne çıkarır.

Kuş uçmaz kervan geçmez bir köyde, bir o kadar ıssız evimdeyim. Yalnızım -burada öksürük tutuyor beni- affedersiniz, yalnız değil hastalıkla baş başaymışım. Beni ölmeden yatağa gömmüşler de ben ölmedim diyememişim, üzerimdeki toprakları silkeleyip kalkamamışım gibi. Ben ölmedim diyecek oluyorum sesim çıkmıyor, sanki biri boğazımı sıkıyor. Bakıyorum ellerim boğazımda. Hayır, ben sıkmıyorum. Öksürdükçe ruhum bedenimden çıkacak oluyor.

Sıcacık bir çorba içsem umut ağacım çiçeklenecek, yaşamak çağıracak beni. İş başa düştü. Ama ölü canlanıp kabirden çıksa da üzerine sinmiş toprak kokusundan hemen kurtulamaz. Öyle yataktan çıkıyorum, hâlsizlik kokusuyla mutfağa gitmek için. Oda yine soğuk. Pimapenciler hâlâ gelecek. Olanca rüzgâr içeri doluyor pencereden.

Annem beni sıkıca giydirmişti. Nereye gideceğimizi bilmiyordum. Ağaçların tüm yapraklarını yolcu edip dallarıyla yalnız kaldığı mevsimdi. Bacalardan duman usul usul tütüyor, sokaklarda camiye giden yaşlılardan başka kimse görünmüyordu. Evimizin altındaki bakkaliyeye gittik önce. Kayısı suyu ile iki paket pötibör bisküvi aldı annem. Bisküvileri gazete kâğıdına sardırdı. Yola düştük. Annemin bir elinde elim diğerinde kırmızı şeffaf poşet vardı. Neden sonra bir eve vardık. Bir kadın yorganın altına gömülmüş yatıyordu. Hastaydı. Annem elindeki poşeti sehpanın üzerine bıraktı. Çok az konuştular, çok az oturduk sonra evimize döndük.

Başka zamanlara eriştik, farklı köylerde oturduk. Annemle hep bir yerlere giderdik. Çok şey de değişirdi tabii. Annemin elindeki poşetin rengi de değişirdi, yeşil şeffaf poşet, siyah poşet, beyaz, mavi… Kayısı suyu ile gazeteye sarılmış iki pötibör hariç. Geçmiş olsuna giderdik. Âdetmiş. Hastaya en yakın kişi çorba götürürmüş ona, diğerleri meyve suyu ve bisküvi. Hastalar bir tek bunlarla beslenirmiş. Ben de hasta olduğumda kapımız susmamıştı. Odaya girenlerin ellerinde meyve suyu, bisküvi. Bir sene yiyip içsem de bitemeyecek kadar çok. Bu, bir o kadar da gazete kâğıdı ve poşet demekti.

Artık kapımı çalan kimse yok. Çorba yaptım kendime. Evde meyve suyu yoktu ama sanki şurada pötibör olacaktı. Varmış, hem de iki paket. O uğultu da ne? Rüzgâr arttı herhâlde. Kapım değil ama pencerem çalınıyor sanırım, rüzgâr tarafından. Neydi? Şairin affına sığınarak: “Ne çalar kimse pencerem bâd-ı sabadan gayrı.”