Şahsiyetli Bireysellik; Kişinin Kendisiyle Ailesiyle ve Çevresiyle Barışık Olmasının Yolu

İnsan, toplumsal bir varlıktır (zoon-politikon) ve bu yönüyle bir arada yaşama güdüsüne sahip tek canlıdır. İnsanın yeteneklerini kullanarak birey, aile ve toplum/devlet hâlinde yaşamanın gerekliliklerine göre hareket etmesi onu diğer canlılardan ayıran temel niteliğidir. Her bireyin içinde doğup büyüdüğü siyasi, coğrafi ve iktisadi şartlar onun kişiliğini ve kimliğini belirlemede etkili olduğu gibi bireysel ve toplumsal aidiyetini yani bir arada yaşama sanatını ve bilinçlilik durumunu analiz etmede de etkindir.

Bu hususlarda sorular soran kişinin karşısına düşünce tarihinin en önemli âlimlerinden İbn Haldun çıkar. İnsanın doğup büyüdüğü ortam ile inandığı dinî, millî değerler arasındaki uyumun incelenmesi anlamına gelen “sosyal felsefe” denince de akla ilk o gelir.

Tarihsel birikimi sistematik olarak okumak ve yorumlamak özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini Selçuklu ve Osmanlı’da aramak bizi İbn Haldun’un fikirlerine götürür. Bu açıdan ata yurt dediğimiz İç Asya yani Türkistan ile başlayan ve ana yurt dediğimiz Ön Asya’da son bulan göç tarihini, bir nevi toplumsallaşma sürecini İbn Haldun’un umran (medeniyet), bedevilik (konargöçerlik) ve hadarilik (yerleşiklik) olarak tanımladığı asabiyet kavramları bağlamında yaparız. Çünkü bulunduğumuz toprağın yurtlanma sürecini jeo-felsefe açısından okuduğumuz zaman aidiyetimizi belirlemede en önemli unsurun sebep/din ve nesep/ırk olduğunu gözlemleriz. Sebep ve nesep bağını bir bütün olarak düşününce, insanı Tanrı’nın bir emaneti görüp bir kişiye yapılan haksızlığın bütün insanlığa yapılmış olacağının idrakinde bir zihniyet çıkar ortaya. Öyle ki Cumhurbaşkanlığı forsundaki on altı yıldız simgesinin ana hatlarıyla bu toplumsallaşma sürecini anlattığını söyleyebiliriz.

Aidiyet duygusunun temelini “din”de görmek toplumsal tutum ve davranışları oluşturmada dinin algılanış ve uygulanış biçimlerini içselleştirmeyi gerektirir. Bunun nasıl yapılacağını bizlere Cibril Hadisi açıklar. Bu hadis imanın temel ilkelerini, müminlerin uygulaması gereken pratikleri ve bunları yerine getiren kişinin ulaşacağı mertebeyi yani “ihsan”ı bir davranış modeli olarak ortaya koyması açısından önemlidir.

İnanç ve ibadet arasındaki ilişkiyi, bunun bireysel ve toplumsal etkilerini bizatihi gören kişide oluşan ruh ve aidiyet duygusu, her türlü asimilasyon ve değiştirme politikalarına direnme gücü verir. Çünkü bu durum, dinî tecrübenin teorik boyutunu “inanç”ın; bireysel ve toplumsal boyutunu da “ibadet”lerin sağladığının bilincine vardırır.

Bu bilinçlilik sayesinde namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadetler bireyin toplumsallaşma sürecinin en önemli unsurları hâline gelmektedir. Bu son husus, sosyal psikoloji açısından çok önemlidir. F. Bacon’un ifadesiyle artık “Din, insan toplumunun en güçlü bağıdır.”

Allah isteseydi bütün insanları aynı dili konuşan, aynı renk ve ırka sahip olan kimseler olarak yaratabilirdi. Farklı dil, din ve ırklarda yaratılmamızın nedeni, iyilik ve güzellikte yarışmak, kötülük yapmaktan kaçınmaktır. Diğer insan ve toplumlarla iyi iletişim kurmak, ilişkilerimizi geliştirmek için onların değerlerini, dinî anlayışlarını da bilmek, farklılıkların nedenlerini öğrenmek gerekir. Dünyanın neresine gidilirse gidilsin, insanlar doğalarının gereği olarak bir şeye inanıyorlar ve hayatlarını birtakım manevi değerlerle anlamlandırmaya çalışıyorlar. Çünkü insan, öncelikle kendisine, sonra evrenin varoluşuna dair sorular soruyor; niçin geldiğini, amacının ne olduğunu araştırıyor. Manevi alan (fizikötesi) ile ilgili bu sorulara da dinî verileri kullanmadan doyurucu ve sıhhatli cevaplar bulmak çok zordur.

İnsan düşünmeyi, bir araştırma ve eğitime dönüştürdüğü zaman manevi değerlerin doyuruculuğunu hisseder. Yani o, inandığı ve benimsediği hususların nelerden ve nasıl oluştuğunu araştırdığı zaman iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı ayırt eder. Ulaştığı doğruyu insanlara incitmeden söylemeye dikkat gösterir. Çünkü dünyada farklı inanma biçimlerinin olduğunu, onlara saygı duymak gerektiğini de bilir.

Hayatımızda farklılıklara saygının göstergesi olarak “din”den felsefi olarak kastımız, bir arada yaşama sanatı üzerine düşünmektir. Din, insanın hayatını anlamlandırmada ona sürekli güç veren manevi bir servet, onu zorluklardan koruyan bir çatı gibidir. Kişi, düşünceye saygının öncelikle kendi inancına ve vicdani kanaatlerine saygı duymak olduğunun bilincindedir. Ulaşılan sonuçların, görüş ve düşüncelerin doğru yollardan biri olduğunu, bunu tek doğru şeklinde diğer insanlara dayatmanın ahlaki bir zafiyet göstergesi olabileceğini bilir. O, bağımsızlığını engelleyen, gelişimini kısıtlayan, kişiliğini zedeleyen her davranıştan kaçınır. Çünkü insan küçük evrendir (micro kosmos) ve ona yönelik her kötülük aslında bütün insanlığa yönelmiştir.