Fır Fır

1970’li yıllar. Avanos’ta bir konak. Sonbahar.

Sonbahar rüzgârlarının havalandırdığı gazeller bu şirin şehrin üzerine süzülüyor, çaydanlık sobada sanki bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Mahallelinin en büyük eğlencesi, sobanın gözüne atılan kumpir ile içilen çay eşliğinde Danişment emminin anlattığı hikâyeleri dinlemekti. Danişment emminin soyunun Selçuklu’ya kadar dayandığı söylenirdi. Söylenti diyerek gülüp geçenler az da olsa vardı, ama üniversiteye gittiğimde Selçuklu ve Danişmentli Beyliklerinin tarihini okuyunca, anlattıklarının Anadolu’dan çok öncelere dayandığının verdiği şaşkınlığı anlatamam sizlere.

Bazen mecliste bulunanlar aklına takılanları sorar, Danişment emmi bildiği kadarı ile cevaplamaya çalışırdı. Bazen de kendisi kıyıda köşede duranları sohbetlere katmak için konuşturur, soru sormaya teşvik ederdi. Şüphenin ve sorgunun, hakikate giden yolun yoldaşı olduğunu söylerdi. Konuşmasını ise her zaman “Allahuâlem” diyerek bitirirdi.

Ee iyi de fır fır ne, demeyin lütfen, hemen dönüyorum sıcak kumpirleri ortadan yarıp içine tuz atıp üfleye püfleye yerken dinlediğim söyleşilerinden birine. O günkü sohbet meclisinde çalışma azmi ve güzel ahlakı ile temayüz etmiş Mehmet de vardı. Odadakilere göre daha genç idi. Genç yaşında hacca gittiği için ona Hacı Mehmet diyorlardı. Hacı Mehmet, Danişment emmiyi dikkatle dinler, öğrendiklerini uygulamaya gayret ederdi. Zira Danişment emmi bunun yapılmasını özellikle ister; yapılmazsa “Söyler âlim tutmaz zalim.” derdi.

O gün Danişment emmiye insanın bir şeyi gerçekte bilip bilemeyeceğini sordular. Danişment emmi konunun çok uzun olduğunu söyleyerek başladı konuşmaya:

“Kardeşlerim! İnsan duyu organları ile dış dünyayı tanır. Gördüğü, duyduğu şeyleri Allah vergisi aklına sunar. Akıl miyar gibidir. Kendine geleni ölçer biçer, onun değerli mi yoksa değersiz mi olduğunu bizlere bildirir. Bir de Çalap’ın biz kullarına gönderdikleri vardır. Onlar hastalıklarımıza ilaç gibidir. Karanlık gecelerde bizleri aydınlatır. Aklımız çaresiz kalınca da onu destekler. Bu akşamlık bu kadarı ile yetinelim, verilene sevinelim, alınana sabredelim. Yarın gene gelelim, yolumuza revan olalım.”

Danişment emmi gidince, kalanlar aralarında tartışmaya başladı. “Ne yani, şimdi birimiz gitse mezarlığa şu sobanın yanındaki sopayı dikse biz onun gerçekten gidip gitmediğini nasıl bileceğiz?” dedi. “Onu bilmek kolay! Sabah gider bakarız. Şu gece vakti hangi cesur delikanlı gidecek oraya? Onu bilmek zordur.” dedi bir diğeri.

Hacı Mehmet cesurca atılarak “Ben giderim.” dedi. İstenilen oldu; meclise yeni bir eğlence çıktı. “Haydi öyleyse sen gelene kadar biz de bekleriz.” diye alaycı bir şekilde cevap verdiler ona. Hacı Mehmet sopayı aldı, köyün mezarlığına doğru karanlıkta kayboldu.

Mezarlığın yolu ürpertici idi. Bu arada rüzgâr biraz daha sertleşmiş, ağaçları yollara eğdiriyordu. Yanında köyün delikanlılarından biri gelseydi işi daha kolay olacaktı. Hiç olmadı konuşurlardı, yol çabuk biterdi. “Tabii bu yola çıkmak da cesaret işidir. Herkes yapamaz! Yalnız kalmaktan korkmamalı, yolda karşısına çıkan engellerden çekinmemeli!” diye kendi kendine söylenerek mezarlığa geldi Hacı Mehmet.

Mezarlık şehre nazır bir tepede idi. Sakinleri, sanki evvelki hayatlarını izleyip yeni gelecekleri bekliyor gibiydiler. Dökülen yaprakların bıraktığı boşluklardan akan şehrin ışıkları, ağaçların gözlerine benziyordu. Bir açılıyor bir kapanıyordu.

Hacı Mehmet daha ileri gitmeden hemen mezarlığın girişine, geriden görülebilecek bir yere elindeki sopayı çakmaya karar verdi. Çekti besmelesini. Birkaç kuvvetli vuruşla yumuşak toprağa sopayı kuvvetlice çaktı. Tam arkasını döndü, yürümeye başlayacaktı ki biri şalvarından çekmeye başladı. Kafasından kaynar su dökülmüş gibi bütün vücudu diken diken oldu. Korkudan arkasına dönemiyordu. Kalbi duracak gibi küt küt atıyordu. Can havli ile ileri atıldı. “Caaart!” diye bir ses geldi. Sesin geldiği yöne bile bakmadan nasıl koştuysa kendini mezarlığın girişindeki çalılara takılınca durdurabildi. Meğer sopayı şalvarıyla beraber çakmış yere! Ayak tarafından bir parçanın yırtılma sesi yüreğinin ağzına gelmesine yetmişti. Gülse mi ağlasa mı bilemedi. Neyse ki korktuğuna değecek bir durum yoktu. Artık gidebilirdi.

“Nerden bulaştım şu işe arkadaş! Korkudan ödüm sıttı! Vakit daha da geç olmadan geri döneyim.” dedi.

Bu arada rüzgâr şiddetini arttırmıştı. Bir an önce evine varabilmek için hızlı hızlı yürümeye karar verdi. Adımları hızlandıkça bu sefer başka bir ses duydu. “Fır fır. Fır. Fır. Fır.” Kulaklarına inanamıyordu. Birisi onu takip ediyor olmalıydı. Ondan kurtulmak için koşmaya başladı. “Fırr, fırr, fıırrr.”