Yol boyu söğüt ağaçları vardı. Söğütleri içinde büyüten derede ördekler, kazlar, mekeler yüzüyordu. Birkaç tavuk sinsi sinsi güneşleniyor, haylaz bir kedi eski elektrik direğine sürtünüyordu… Yıkık dökük taş evler, çatısı çökmüş ahırlar, bel vermiş bağ bahçe duvarları, meyvesi dalında kalan elma, armut, ayvalar… Sarmaşıklanmış bir duvar önünde, tek tük yaşlı adamlar.
Köye bir yabancı gelmiş! Ayağa kalkıp selamladılar. Kırık dökük iskemlelerden birini altıma uzatıp buyur ettiler. Sonra çay geldi. Demli ve anlamlı. Yorgunluğumu aldı desem yeridir. Hâl hatır sorup beklediler. Öyle ya gelene neden geldin denilmez, bu eski bir görgüdür! Özlediğim koyu sohbet başlayınca, buralara gelme nedenimi deyiverdim! Şaşırıp kaldılar. Sadece fotoğraf çekecektim. Toprak damlı birkaç ev, kanatlı oyma kapılar, taş değirmen, bakraçlı kuyular… Vs. Uzaklardan gelişimin tek nedeni bu muydu? Buydu! Vedalaşıp kalktım… Tozlu topraklı yollar önce bir kuyuya çıkardı beni. Ağzı kapalıydı. Suya salınan lastik bakraç, pörsümüş bir kınnapla, kuyu ağzındaki çivileri paslı kapağa bağlanmıştı. Nuh Nebi’den kalma kuyuya en son ne zaman insan eli değmişti belli değil. Kurt kuyruğu dikenlerinin çepeçevre sardığı kuyudan su çekemeyeceğimi anlayınca yola düştüm. Arıların vızıldanıp durduğu ağaçların altı çürümüş elmalarla doluydu. Sık elma ve ayva ağaçlarının bulunduğu duvarı yıkık bahçeyi ayrık otlarıyla pıtraklar sarmıştı. İleride, bahçenin köşesinde bir ev vardı. Yanında da toprak damı içine yıkılmış bir ahır. Pıtraklara aldırmadan eve doğru yürümeye başladım. Üzerini çalılarla örttükleri bir kuyu vardı. Çalıları aralayıp, suya varmak derdiyle eğildim. Kuyu kördü. Kapı önünde, ortadan ikiye kırılmış el değirmeniyle paslı bir nacak duruyordu. Perdeleri güneş eritmiş, camları örümcek bağlamıştı. Çatıdan rüzgârın attığı kiremitler merdiven önünde parçalanmıştı. Çatı kısmına bağlı her yeri yıkık merdivenin noksanlarını çiçekleri mavi bir sarmaşık kapatıyordu! Mavinin tonu ve coşkusu ile sarmalanmıştı evdeki insan yokluğu! İnsan yoktu burada. Kimse kalmamıştı. Her köyün aşağısı ve yukarısı olur ya! Burası aşağı olmalıydı. Yukarıya yeni evler, yeni yaşantılar kurmuş olmalılar diye düşündüm… Yeşil renkli oyma ahşap kapıyı arkamda bırakıp köyün yukarısına doğru yürümeye başladım. Her yer toz, diken ve sessizlik. Kimi kapıların önünde, boylanmış kuru otların arasına saklı kağnı tekerleri. Şehir yerinde çay bahçelerinin kıyılarını süsleyen tekerlekler bunlar… Eskimemiş bir şey aktı içime. Dağıldım. Aklıma bir kıvrantı düştü. Seğirtmeye başladım. Kuru otların arasından bir şey takıldı ayağıma ve bir ayva ağacının altına düşüp kaldım… Dikenli, paslı bir teldi bu? Kavrayıp kendimden ayırdım. Hışımla bir kenara fırlattım. Niye gelmiştim buraya? Eskinin ruhuna dokunma derdi şimdiden yormuş muydu beni? O sırada bana gülümseyen bir ayva gördüm. Diğerleri dalında. Sadece bu düşmüş. İki yanında iki gamze. Ben de gülümsedim ona! Eskiden, hamile kadınlara ayva yedirirmiş büyükler. Çocuk gamzeli olsun diye! Ne o ayvanın düşüşü tesadüftü ne de benim buralara gelip onu görüşüm. Kalktım ve bulmam gereken şeyi aramaya koyuldum…
Köy iki yakadan iki kanalla göle bağlanıyordu. Suyun yüzü, yaşlı ama diri kalmış söğüt ağaçları ve tuğ bağlamış sazlıklarla kaplıydı. Kıyı kenar her yerde ters yatırılmış kayık ölüleri vardı. Kiminin böğründe yarım kalmıştı harfler. Kimininse her yeri çürümüştü. Belli ki balıkçılık hüküm sürmüştü köyün aşağısında. Yürümeye devam ettim. Taşları sağlam bir evin önünde durdum. Pencerede kuruyup gitmiş bir fesleğen, tam fotoğraflık da bir kapı vardı. Pörsümüş bir kınnap ile çengele kördüğümlenmişti bu kapı. Elim havada kalakaldım. Yine kimse yoktu… Bir taşın üzerine oturup beklemeye başladım. Ne gelen oldu ne de giden! Hafif bir esinti çıktı. Birkaç yaprak döküldü. Karşı sazlığın içinden ördek sürüleri havalandı. Başka ses yok! Sessizliğin sesine yürümek için ayağa kalktım. Gördüğüm ilk yokuşu tırmanmaya başladım. Evler var. At arabaları, kağnılar, dişleri kırık dirgenler, sapsız yabalar da var! Ağaçlar, meyveler, otlar, dikenler de var. Kuşlar, ördekler, kazlar da var… Ama hiç insan yok! Tek bir soru için tek bir zihin yok burada! Ne garip. İnsandan kaçıp geldiğim bu yerde döne döne insan arıyorum… Bir kuyu daha. Kapağı açık. İçine sarkıtılmış iki bakraç ama su yine yok. Dilim damağıma yapıştı. İki elma koparsam, ayvadan bir ısırık alsam kendime geleceğim… Rüzgâr sustu. İkindi indi inecek. Güneş ferini çekme telaşına düştü, köyün üzerinde bir kızıllık ve yosun kokusu. Gölden geliyor. Buraya gelirken yanından geçtim. Ağ atan kayıklar, bağıran adamlar vardı. Zaten yolu da onlar tarif ettiler ve aynı şaşkınlık onlarda da oluştu. Fotoğraf çekmeye… Bunca yolu… Toprak damlı evler, en mahir ellerin işlediği kapılar, bakraçlı kuyular sadece burada vardı… Dediklerini buldum. Kapılara en nadide örnekler oyulmuş en eski boyalarla boyanmışlar. Kuyu ağızlarında bakraçlar bağlı. Toprak damlar yıkılmış ama olsun… İşte tüm bunları sorabileceğim bir Allah’ın kulu yok burada! Çıktığım yokuşu indim sonra. İki ceviz ağacı gördüm. Varıp altına oturdum ve avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım: “Kimse yok mu?” Ses veren olmadı ama cevizin başından sürü hâlinde su kuşları havalanıp kayboldu. Bu köy kuşların eviydi belki de… Etrafıma baka baka “Kimse yok mu? Kimse yok mu?” diye bağırırken yokuşun dibindeki çeşmeyi görüp o tarafa seğirttim ama ne çare. Tek damla su yoktu! Bakır bir maşrapa, pörsümüş bir kınnapla kurnaya kör düğümlenmişti. Kimsenin çözeceği bir düğüm de değildi bu! Susuzluk, cümlesizlik ve sevgisizlik en çok korktuğum üç sebepti. Cümlesizlik de sevgisizlik de insanla ilgiliydi ama insan yoktu… Arkama bakmadan koşmak istedim. Koşarken içimdeki tüm cümleleri göğün maviliğine bağırmak, gölün suyuna salmak, sazlıklardaki tuğlara bağlamak… Koştum. Koştum. Koştum… Arkamdan bakan da yoktu. Uğurlayan da. Ama su kuşları içimdeki hasretten haberdar gibi geri gelip köyün tepesinde dönmeye başladılar… Onlar döndükçe etraf da döndü ve ben olduğum yere düşüp kaldım… Beyaz, kireç boyalı, yağmur yağdıkça etraftaki toprağın duvarlara sıçrayıp leke yaptığı bir binanın yanındayım. Pencereleri var. Camlar kırılmış. Önünde kocaman bir söğüt ağacı. Dalları salkım salkım. Bazı yapraklar sararıp dökülmüş. Diğerleri ha düştü ha düşecek. Gelmemi beklemişçesine başımdan yağıveriyorlar. İçimdeki karanlıklar aydınlanmış gibi binanın etrafını dolaşmaya başlıyorum. Arkada bir demir kapı. İki kanatlı. Boyası akmış. Vişneçürüğü gibi. Binanın üst kat camları duruyor ama yüksek. Kapının üzerinde bir levha: … Kırmızı Kütüphanesi!
Başımda bir döngü. Gözlerim kara kara. Kapıyı zorluyorum. Kilitli değil ama pörsümüş kalın bir kınnapla düğüm edilmiş. Kördüğüm… Elime gelen her şeyle kapıdaki düğümü açmaya, kesmeye, kopartmaya gayret ediyorum. Olmuyor… Arka tarafın, alt kat pencerelerinde cam olmadığı geliyor aklıma. Koşuyorum. Ağır bir taşı yuvarlayarak pencerenin altına sürüklüyor üzerine basıp içeriye atlıyorum. Düşmek mi atlamak mı aldırmadan binaya süzülüyorum… Karanlık biraz. Gün ha indi ha inecek. Kuşlar gitti çoktan… Aşağı katta üç oda var. Boş. Bomboş. Merdiveni bulup, duvara dayanarak üst kata çıkıyorum. İki oda. Kapıları kapalı. Kınnaplar ilmek edilmiş. Dokununca çözülüyorlar. Odanın birinde iki eski masa. Dört sandalye. Tek tük rafı kalmış ahşap bir kitaplık. Gıcır gıcır bir daktilo… Diğer odaya koşar adım… Dörder katlı üç kitaplık ve kitap kokusu ve örümcek ağları ve saksılarda kurumuş çiçekler. Kitaplar kaplı. Kapların hepsi kırmızı. Uyanıyorum… Kimse yok! Kimse kalmamış köyde. Hepsi bir olup saklanmışlar kitapların içine…