“Selamı sabahı keselim.” dedi ablak yüzlü tıknaz adam. “Gözünün yaşına bakmadan en ücra en çorak yerlere sürelim.” dedi, kasabanın gür sakallı, yaşını başını almış tek kitapçısı.
Kahvenin önündeki kalabalığın her birinin ağzından ayrı bir şey çıkıyordu. Kopuk Zeval yere çökmüş, iki eliyle kafasını yumruklardan korumaya çalışıyordu.
“Ne istiyorsunuz zavallı adamdan?” diye çıkıştı tam o sırada yoldan geçen memur kılıklı bir adam. “Hırsıza mı acıyorsun? Bas git yoluna!” diye çıkıştı öfkeli kalabalık. “Yok,” dedi memur kılıklı adam, “hırsıza değil bağırıp feryat eden bir adama acıyorum.” Ganyan bayisinin önündeki kuyruktan birinin sesi yükseldi: “Ona adam diyemezsin! O bir hırsız tamam mı o bir hırsız!”
İşin bu kadar büyüyeceğini hiç hesaba katmamıştı memur kıyafetli adam. Sadece kendi işiteceği bir tonda: “Hırsız olmasına hırsız da ağlaması, inlemesi insan!” dedi.
Kirli bir kâğıt mendille burnundaki kanı durdurmaya çalışıyor Kopuk Zeval. Yerler nokta nokta kan. Saçlarından tutup çekiştiren adam tepesinde sorgu hâkimi gibi:
“Söyle lan Kopuk oğlu Kopuk, başka kaç kişinin daha cep telefonunu çaldın?”
Kopuk Zeval başını kaldırıp ölü koyun bakışını andıran gözleriyle boşluğa doğru dalıp gidiyor. Sanki “Sorduğunuz sorunun cevabı bende değil, yukardadır.” der gibi bir hâli var.
Cep telefonu orada tahta masanın üzerinde duruyor. Bir hayli yıpranmış eski model bir telefon. Kaportacı Halil elinde telefonu evirip çevirdikten sonra “Kopardığınız fırtınaya bak, zaten bozuk telefon bu!” diye tepki gösterdi. Kimse bir şey söylemeyince sesini alabildiğine artırarak gürledi: “Bozuk bir telefonun hırsızlığı, hırsızı mı olurmuş?”
Kaportacı Halil böyle söyleyerek kalabalığın öfkesini üzerine çekmişti. Kalabalığın bir sürü hakaretine maruz kalmıştı. Neler dememişlerdi ki? “Bozacının şahidi şıracı” diyenleri mi istersiniz ona “şeytanın avukatı” yakıştırmasını yapanları mı? Bu ithamlara çok kızmıştı Kaportacı Halil. Öfkesini önündeki boş peynir tenekesine tekme savurarak gidermeye çalıştı. Olmadı. Boya firmasının arması olan şapkayı kafasından hışımla çıkarıp masanın üzerine fırlatıverdi. Bu hareketiyle şaşkınlığa uğrayan kalabalığı göz bebeklerinden yakalamıştı.
“Durun hele ağalar!” diye kükredi. “Kim demiş ki hırsızlık iyi bir şeydir? Ne diye sözümü yanlış anlayıp çarpıtırsınız? Bilmez misiniz Kopuk Zeval bu kasabanın ayarsızıdır. Ne yaptığını ne dediğini bilmeyen şaşkının biridir o. Çaldığı şeyin kıymetini bile bilmez. Hiç bilseydi şu hurda cep telefonunu çalarak bir araba sopa yer miydi?”
Kaportacı Halil böyle konuşurken Kopuk Zeval’in etrafını öfkeyle saranlar da yavaş yavaş kenara çekilmeye başlamıştı. Sıkılı yumruğunu gevşeten kasaba esnafı içten içe Kaportacı Halil’e hak verse de bir kişi hariç kimse bunu dillendirmeye yaklaşmıyordu. Bu kişi kasabanın bisiklet tamircisi olan Bağlum Baba’dan başkası değildi. Öyle çok konuşmayı sevmez, hüküm vermekten oldum olası kaçınırdı Bağlum Baba. Pişmanlık ve hüsran adına insanın başına ne gelirse hep acelecilikten geldiğini söylerdi. Bir şeyi künhüne inip öz sebebini bilmeden yadırgasan da yargılama diye öğütlerdi etrafındakileri.
Ankara’nın Bağlum’unda çocukların bisikletlerini ücretsiz tamir edip yetim ve öksüz çocuklara bisiklet hediye ettiği için ona büyük küçük herkes Bağlum Baba diye seslenirmiş. O günden bugüne adı bu şekilde anılır olmuş. Bağlum Baba, Kaportacı Halil’in söylediklerine kafa sallayarak destek vermekle kalmamış, kalabalığı yararak Kopuk Zeval’in yanına kadar gitmişti. Kopuk Zeval dayaktan yığılıp kaldığı yerde “Yardım edin! Yardım ediiiin!” diye sayıklar gibi inliyordu. Bağlum Baba, bir hamlede sırtından kavrayıp kaldırarak Kopuk Zeval’i yanındaki sedire oturttu. Yüzü gözü şişmiş, ağzından burnundan kan sızıyordu. Cebinden çıkardığı bez mendili ıslatarak yüzünü, gözünü, alnını, burnunu ve boynunu itinayla sildi. Kopuk Zeval durmadan “Yardım edin!” diye söylenmeye devam ediyordu. Kalabalık, dükkânlarının kapısına doğru çekilmişti. Herhangi bir şekilde yardımları dokunmasın diye, hırsız belledikleri adama mümkün mertebe uzak bir mesafede duruyorlardı. Bağlum Baba, bir tahta masa üzerindeki modeli çoktan geçmiş çalıntı telefona, bir telefonu çalan Kopuk Zeval’e bir de onu yargılamaya ve daha ötesi cezalandırmaya kalkan kalabalığa baktı. Kim, kimi, kimden çaldı? Daha bir sürü soru kafasında dolaştı durdu.
“Kopuk Zeval dediğiniz adamı bizden çalıp da bir ayarsıza dönüştüren hırsız kimdir?”
“Külüstür bir telefonu kıymetli gösterip ona sahip olmak için her şeyi reva gören anlayış, hangi hırsızın bizden çaldığı şeyin eksikliği yüzünden toplumumuzu kuşatmıştır böyle?”
“Bu kalabalık, kalabalık olmazdan evvel tek başına iken insaf ve izan değerlerini korurken sayıca fazlalaştığı zaman nasıl böyle itidali ve normal olanı unutup da ifrata düşebiliyor? Bu insanların kalbinden acıma duygusunu çalan hırsız nerede ve bu zamana kadar neden yakalanmadı?”
Şimdi bu sorularla vakit kaybetmenin zamanı değildi. Bir an önce Kopuk Zeval’in hastaneye götürülmesi, yaralarının pansuman edilmesi, hayati bir durum var mı kontrolden geçirilmesi gerekliydi. Bağlum Baba, bunun için hâl çaresi bulmaya çalışırken Kaportacı Halil arabasıyla çıkageldi. Arabayı Kopuk Zeval’in yatırıldığı sedirin yanına kadar yanaştırdı. Bağlum Baba, Kopuk Zeval’i tek başına kaldırıp arabaya bindirmeyi denese de buna muvaffak olamayınca kitapçı dükkânının önünde hoşnutsuz bakışlarla olup biteni süzen kasabanın en yaşlı ve en gür sakallı tek kitapçısına el edip yardıma çağırdı. Gençler varken ihtiyar kitapçıyı çağırması boşuna değildi elbet. İhtiyar kitapçı istemeyerek de olsa gelip diğer kolundan yapışıp Bağlum Baba ile birlikte Kopuk Zeval’i arabaya yerleştirip arka koltukta ona refakat etti. Kopuk Zeval’in sesi inleme olmaktan çıkmış “Yardım edin!” feryadına dönüşmüştü. Araba, kasabanın tozlu yollarından kavisler çizerek hastane bulvarı yoluna girip gözden kayboldu. Dükkânlarının önünde toplanmış esnaf yeniden birer ikişer çarşı meydanına doğru yürüdü. Bisikletçilerin babası Bağlum Baba’ya laf sokuşturmak için fırsat kollayanlar kendi aralarında konuşuyor gibi yapıp ona mesaj vermeye çalışıyorlardı.
“Adam yardım edin, yardım edin diyor utanmadan, hırsıza yardım mı olurmuş!”, “Adamı hapishaneye yetiştirmek gerekirken hastaneye yetiştiriyorlar, pes doğrusu!”, “Hastaneden çıkınca da kebapçıya götürün bari kardeşim!”…
Bağlum Baba, bu sözleri duymazlıktan geliyordu. Sadece bisikleti bozulan çocuklara değil akılları yeterince gelişmemiş yetişkinlere de yardımcı olmak istiyordu. Arızayı kavramadan arızalıya yüklenmenin ne faydası olabilirdi ki? Tamir yapmak ayarsızlığı gidermektir. O böyle düşünüyordu. Suçlu ya da suçsuz olması bir şeyi değiştirmez, kimseyle bir hesabı yoktu. Demin Bağlum Baba’ya laf sokmak için ileri geri konuşan iki adam elektrik direğine sırtını vermiş biçimde aynı mevzuyu köpürtmeye devam ediyordu. Bağlum Baba, onlara belki yardımım dokunur düşüncesiyle yanlarına yaklaşıp selam verdi. İki adamdan sadece biri selamı aldı. Konuşma birden kesilmişti. Bağlum Baba devam eden bir sohbeti kaldığı yerden sürdürüyormuş gibi söze girdi:
“Yaa, böyle işte ağalar! Ne oldum demeyeceksin ne olacağım diyeceksin. Kopuk Zeval’e neden kopuk ve niye zeval denildiğini siz nereden bileceksiniz? Allah herkesi bir şeyle imtihan eder. Kimine kemal kimine zeval verir. Bizler de batan ve sürüklenen insanlara karşı sorumluluğumuzla sınanıyoruz. Hiçbir hırsız hırsızlığa, hiçbir arsız arsızlığa mahkûm değildir. Kavrama noktalarını iyi tespit edebilirsek onları içinde bulundukları kötü talihe sürüklenmekten kurtarabiliriz. İlk taşı siz atın demiyorum, diyorum ki ilk yardımı siz yapın! Yapabileceğiniz şey çok belli: Elinizden ve dilinizden gelen neyse o!”
Hâlâ yaslandıkları elektrik direğinde istifini bozmadan duran adamlardan biri önemli bir koz yakalamış gibi Bağlum Babaya sordu:
“Hırsızlık yapan kişi -dinimize göre- yarası temizlenip hastaneye mi gönderilir yoksa hapishaneye mi?”
Bağlum Baba kendisinin din âlimi olmadığını hatırlattıktan sonra cevap verdi:
“Hırsız, suçu sabitse cezasını çeker, hapishaneye gider; insan ise hastaneye kaldırılır. Suçlular da insandır çünkü! Hatta insandan başka varlıklarda suç olmaz, suçlu aranmaz.”
Soruyu soran adam bu cevaptan pek bir şey anlamamış olmalı ki bu kez başka türlü sordu:
“Dinimize göre hırsıza ceza verilmez mi?”
“Amenna!” diye cevap verdi Bağlum Baba, bir kez daha hoca olmadığını, derinlemesine bilgisi olmadığını yineledikten sonra devam etti:
“Benim bildiğim ve inandığım din önce hırsızın elinden hırsızlığı keser! Caydırıcı olan ceza bundan sonra gelir. Kalabalığın dövüp hırpaladığı Kopuk Zeval’in ne çaldığını bilen var mı? Sadece isminden yola çıkarak ‘Kopuk bunu yapar.’ diyorsunuz. Hırsızlığıyla tanınan birisi bile olsa bir insana kanıt ve şahit olmaksızın hırsız diyemezsiniz, bu zulüm olur. Velev ki hırsızlığı sabit olsun. Ona da bu illetten kurtulması, bir daha böyle bir şey yapmaması için yardım etmek icap eder.”
“Yani Peygamberimiz olsaydı böyle davranırdı mı diyorsunuz?” diye sordu hiç konuşmayan ikinci adam.
Güldü Bağlum Baba. “Resûlullah adına konuşmak ne haddime!” diye girdi söze. Birkaç saniye durup hafızasını yokladıktan sonra “Size geçen, camide cuma namazında hatibin hutbede aktardığı bir hadisten bahsedeyim: Bir gün Peygamberimiz ‘Din kardeşin zalim de olsa mazlum da olsa ona yardım et!’ buyurunca orada bulunan bir adam sormadan edemez: ‘Ya Resûlallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim. Ama zalimse ona nasıl yardım edeyim?’ der. Peygamberimiz: ‘Onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir.’ buyurur.”
“Şimdi anladık.” dedi elektrik direğine sırtını yaslamış iki adam. Anlaşmış gibi bir ağızdan söylediler bunu. Tam giderayak Bağlum Baba sözü gediğine oturttu:
“Bir şeyi anlayıp anlamadığımız eylemlerimizden belli olur, ‘anladım’ demek şahit ister!”
Adamlar mesajı almıştı almasına da bu Bağlum Baba’nın kendine ait bir ismi olması gerektiği akıllarına düştü.
“Bisiklet tamircisi Bağlum Baba, bizi bir bisiklet inceliğiyle tamir ettin, iyi de senin de bir ismin olmalı değil midir? Bari onu da ikram et de bugünkü nasibimiz tam olsun.”
Bağlum Baba kısa konuştu:
“Ben Yol Oğlu Hâdi. Yoldan gelip yola giderim. Buralara konup göçmektir kaderim.”