kendi usaresini ve bütün zayıflıklarının diriliğini türettiği zehirlerin ortasında serpilip gelişir.
E. M. Cioran
Derin, karanlık, sessiz bir göl. Kimselerin varoluşundan haberdar olmadığı, yerini bilmediği, keşfedilmemiş olmanın varlığından hiçbir şey eksiltmediği, iltifat beklemeyen, varlığını anlamlandırmak için hayran gözlere ihtiyaç duymayan, sakin, devingen… Yıldızlı gecelerin ve yağmurlu göğün altında gizemli bir düşü andıran kuytu bir göl. Karanlığın derinlerine kök salmış, suyun metrelerce altından salınarak yukarıya doğru uzayan zayıf gövdeler. Suyun yüzeyine yavaş yavaş yayılan, suya şeffaf kollarıyla sarılan yeşil yapraklar. Ve günden güne, geceden geceye dolgunlaşan tomurcuklarıyla bir sabah ansızın, bağırmadan, bir düşün karanlığından uyanır gibi sessizce ama tutkuyla yokluğun içinde renk renk beliriveren; altındaki derin ve bulanık suyun asık yüzünde, yeşil yapraklarıyla ve zarif çiçekleriyle bir tebessüm gibi salınan rengârenk lotus çiçekleri. Doğan, büyüyen, yaşayan, solan ve ölen.
Peki, bu muhteşem var oluşa bir çift gözün ilişmemiş olması bir lotusun bakir güzelliğinden bir şey eksiltir mi? Varlığının içinde hayatı ve ölümü aynı anda taşıyan, -her şey gibi- başlangıcından itibaren bitişini de içinde büyüten, kuytu bir gölde tutkuyla açmış, bağırmadan yaşamış ve sessizce solmuş bir lotusun varlığına şahit olunmamış olması onun sürdürdüğü yaşamdan ne çalabilir? Bunların şu an için hiçbir önemi yok, belki yazının sonunda sorulacak sorular bunlar. Yalnızca şunu söyleyebilirim ki suyun yüzeyinde salınarak bizi selamlayan lotus çiçekleri “insan” denen o gizemli yaratılışı hatırlatır bana. O büyüleyici güzelliğin altında görünmeyen gölün karanlık sularının dibinde salınan cılız kökler; insan bilincinin ötesinde, kendisinin bile keşfedemediği karanlık bir boşluğun içine kök salmış; geçmişe, bugüne dahası geleceğe dair sezgisel izleri, duyguları ve hisleri çağrıştırır. Bulanık suyun derinlerindeki köklerinden beslenerek yüzeyde saf bir güzellikle renk renk açılıveren lotus benim zihnimde, insan bilincinin derinliklerindeki kaostan köklenen, ondan beslenen ve yüzeye çıkan saf, bakir ve öznel düşünceleri imgeler. Koyu bir acıdan, tutuşmuş bir yüreğin azabından, kan çanağına dönmüş uykusuz gözlerden geriye kalan bir tortu gibi zihinden dışarı atılıveren arı ve öznel düşünceleri. Şimdi bütün bunlardan sonra artık size zamandan düşmüş bir bilincin, sıkıntının ve melankolinin karanlık ve derin sularında güzel ama yakıcı bir lotus gibi açıveren özgün düşünceleriyle Ezelî Mağlup’ tan bahsedeceğim. Kök salmamayı, düşüncelerde bile hiçbir yere, hiçbir şeye ait olmamayı şiar edinmiş, mistik bir yurtsuzdan; Emil Michel Cioran’dan.
“‘Her bir dakikamın elli dokuz saniyesi,’ diye söylendim sokaklarda, ‘acıya ya da… acı fikrine vakfedilmiş. Keşke bir taş olabilseydim! Yürek: Bütün azapların kökeni… Nesneye imreniyorum… maddenin ve donukluğun lütfuna…”1 der, Çürümenin Kitabı adlı kült eserinde Cioran. Hayatı boyunca hissettiği, bilincinde olduğu ve tedavi edemediği temel duygunun en iyi dile getirilmiş hâlidir bu cümleler. “Bir tür inceltilmiş can sıkıntısının”, “bu dünyaya ait olunmadığı duygusunun”, “daima bir şeyin pişmanlığını çekiyor hissinin”, “doğrudan sebepleri olmayan devasız bir sürgün ihsasının”, “başarılar kadar başarısızlıktan da bağımsız özerk bir duygunun”, “romantik bir sıkıntının”… Yani kökleri onun bilincinin çok derinlerine tutunmuş; izzetinefsin, kendi ürettiği zehrin içinde serpilip gelişen en tuhaf ve zehirli çiçeği olan melankolinin.
Topluluk içindeyken ya da arkadaşlarının yanında hayal edilebilecek en neşeli insanlardan biri olan Cioran, neredeyse on yedi yaşından sonra melankoli krizine düşmediği tek bir gün bile geçirmediğini söyler. Çünkü “yeryüzünün ve gökyüzünün marifetlerini ve coşkularını sevmek” isteyen, varoluşa dair hem böylesine derin tutku duyan hem de ciddiye aldığı tek şey “dünyayla arasındaki çatışma” olan birinin ruhu için paradoks ve melankoli bir yanıyla kaçınılmazdır. Efkârlıdır daima. Ne kadar yolculuk yaparsa yapsın dönüp dolaşıp geldiği yer, hayatının tutkusu olan ve ona göre dünyanın en melankolik şehirlerinden biri olan Paris’tir. Kimi okursa okusun nihayetinde dönüp dolaşıp eline aldığı kitaplar; bütün zamanların en büyük ve en derin yazarı olarak gördüğü, kitaplarını beş veya altı kez tekrar okuduğu Dostoyevski’dir. Hayran olduğu ve kendine en yakın bulduğu kurgu karakter, tüm zamanların genel olarak en büyük romanı olarak gördüğü Ecinniler’in canı sıkılan melankolik kahramanı Stavrogin’dir. Onun içinde kendi zehriyle yetişen bu melankoli çiçeğinin arkasındaki şeyse felsefesinin temel itici düşüncesi olan yakıcı “sıkıntı” nöbetleridir.
Bazı anlar vardır. Suyuna kapıldığımız ırmakla mücadele etmeyi bıraktığımız, kıyısına çıkıp oturduğumuz ve içindekilerle birlikte akan ırmağı dışarıdan izlediğimiz bazı anlar. Varoluşumuza ilişik hissettiğimiz zamandan koptuğumuz, Tanpınar’ın deyişiyle “zamanın ne içinde ne de büsbütün dışında” olduğumuz bazı anlar. Bir yarılma başlar zihnimizde bu anlarda. Bizi zamana ve mekâna sabit kılan köklerimiz gevşer. İçimizdeki karanlık uçurumların kıyısından aşağılara bakmayı ilk öyle zamanlarda öğreniriz. Hiçlik duygusuna ve her şeyin boşluğu hissine değer, hayat ve varoluş üzerine yeni bir gerçeklik idrak ederiz. “Kendimizden kurtulamadığımız için kendimizi yiyip bitirmenin hazzına varmaya başlamak” olarak tabir ettiği zamandaki bu yarılmayı ilk kez “beş yaşındayken, bir öğleden sonra saat üçte” tecrübe eder Cioran. Onun zihnindeki bu yarılmayı başlatan şey “sıkıntı”dır.
Sıkıntı, zamanı genişleten, yavaşlatan hatta donduran, bizi zamanın dışına atan, her şeyin içinin boşaldığı, anlamını yitirdiği o yakıcı tecrübe, Cioran’ın tabiriyle “…o zaman matemindeki madde’siz acı...”, “…o devasız nekahet…”. Bir şeylerle oyalanıldığında geçebilecek sıradan bir can sıkıntısı değil nöbetlerle gelen, aylar boyunca süren sabit ve sürekli sıkıntıdır bu. Çocukluğundan itibaren tecrübe etmeye başladığı bu sıkıntı nöbetleriyle birlikte gelen ve kendi ifadesiyle hayatının trajedisini özetleyen “bilinçli olma bedbahtlığı”, yirmili yaşlarında yakalandığı ve yıllar süren uykusuzluk hastalığıyla daha da perçinlenir. Uykusuzken dakikadan dakikaya akmayan, belki akan ama ilerlemeyen, belki ilerleyen ama bir belirsizliğe doğru akan ya da bir hiçlik düşüncesiyle yüz yüze gelinen zaman, içine girilemeyen bir şeydir artık ve tamamıyla acımasız bir düşmandır onun için. Değirmen gibi dönen bu “sıkıntı” ve “uykusuzluk” döngüsü içinde, beynini ve yüreğini öğüten kasvetli saplantıların pençesinde tahammül edilemez bir hayat algısıyla yıllarca, geceler boyunca hayalet gibi dolaşır kentin sokaklarında Cioran. Uykunun sonunda gelen yeni bir şeye başlama dinçliğini, bir şeyleri unutabilme lütfunu kaybeder böylece. O kasvetli düşüncelerin içindeki ruh hâliyle yeni güne kaldığı yerden devam etmektir bu aslında, hiçbir şeyde ilerleme kaydedememektir. Melankoli dediği zehirli çiçek serpilir ve “Artık dayanamıyorum!” diye kendini bıraktığı ümitsiz bir intihar düşüncesine dönüşür. Bu ümitsizliğin içinde tutunabildiği tek şey “yazmak”tır.
Yazmak, her şeyin sustuğu bu uykusuz gecelerin içinde bir nevi tedavidir onun için. Yazdığı her şey gecelerin ürünüdür. Aslında yaşama tutku duyan, muhafaza ettiği bir hayat sevinci olan biridir Cioran. Bütün kitaplarının göğünü saran o karamsar havanın arkasında, hayattan memnun olduğu anlarda değil de yalnızca yoğun bir yılgınlık hissettiği anlarında yazıyor oluşu vardır. Yazmak, bilincindeki tortudan yahut atıktan sıcağı sıcağına kurtulmak, uykusuz gecelerde bir nevi sayıklamak, kendini öldürmek yerine, kendine vurmak yerine yazmak; yani bir iyileşme çabası, içsel bir kurtuluş, kendine ve hayata daha iyi katlanabilmenin yoludur. Melankoli çiçeğinin zehrini ve tortularını bir nevi dışarı atma yöntemidir. Her kitap “bir intihar tehiri” dir onun için. Kitapları edebî açıdan kusurlu olsa da bu yüzden, kendini, yılgınlığı karşısında bir zafer kazanmış hisseder her kitabından sonra. Yazdıkları vurucudur, sarsıcıdır, yaralayıcıdır. Ona göre zaten bir kitap göz açmalı, sarsmalı, yaralamalıdır. Ama bu yara olumsuz bir anlam ihtiva etmez, çünkü “Birini yaralamak ile felç etmek aynı şey değildir!” Yaralayan kitap okurun hayatını bir şekilde değiştiren, bir şeyleri alt üst eden kitaptır, “Okuru okumadan evvelki hâlinde bırakan bir kitap, başarısız kitaptır.”2; Kafka’nın da dediği gibi “Bir kitap, içimizdeki donmuş denize inen balta gibi olmalıdır.”
Peki, hayatını kendi ellerinden yazarak kurtaran bu melankolik yazar, yazmayı seviyor musunuz, diye sorduklarında neden yazmaktan nefret ettiğini söyler? Neden yazdığı birçok kitabın sonunda kendisine; yazmak niye, kitapları çoğaltmak niye, ne pahasına olursa olsun yazar olmayı dilemek niye, diye sorar ve bunu bir komedi olarak görür? Çünkü ona göre yazmak içteki önemli her şeyi dışarı atmaktır. Yazdığımız şey esrarını yitirir, “dolayısıyla yazan kişi içini boşaltan kişi” dir, “Yazar geçmişini satar. Ondan kurtulur.”3, “Bundan dolayı yazarlar o kadar az ilginç insanlardır. … içleri boşalmıştır, birer kukladırlar.”4 Yazmayan, kendini dışa vurmayan, içlerindekini yazarak tüketmeyen kişiler bu hayattaki en ilginç insanlardır onun gözünde. Kendini hayata geçiremeyenlere, iz bırakmadan silinme cesareti gösterebilmiş olanlara; bu hayattan, içindeki potansiyelleri el değmemiş hâlde bırakarak geçip gidebilme bilgeliğini gösterebilmiş olan hakiki bilgelere derin bir saygı ve hayranlık duyar. Bu yüzden Ezelî Mağlup’tur o. Yazmadan hayata tutunamadığı ve aynı zamanda yazmaktan bu kadar nefret ettiği için.
Cevap aramak için değil sadece Cioran’ı biraz daha iyi anlayabilmek için baştaki sorumuza tekrar geri dönelim: Hayatı ve ölümü varlığında aynı anda taşıyan, kuytu bir gölde tutkuyla açmış, bağırmadan yaşamış ve sessizce solmuş bir lotusun var oluşuna bir çift gözün ilişmemiş olması, yaşamına şahit olunmamış olması onun sürdürdüğü ve sürdüreceği yaşamdan neyi eksiltir?
1 E. M. Cioran, Çürümenin Kitabı, İstanbul: Metis Yayınları, s. 32.
2 E. M. Cioran, Ezelî Mağlup, İstanbul: Metis Yayınları, s. 18.
3 E. M. Cioran, Ezelî Mağlup, İstanbul: Metis Yayınları, s. 99.
4 E. M. Cioran, Ezelî Mağlup, İstanbul: Metis Yayınları, s. 219.