Her geçen gün yeni bir yapay zekâ temelli içerik üretme ve geliştirme robotu hayatımıza giriyor. Kimi verdiğimiz tanımlamalardan hareket ederek bize daha önce hiç var olmadığını düşündüğümüz portreler üretiyor kimi bizim görsellerimizi bir ressam gibi farklı şekillerde yeniden resmediyor. Hatta ve hatta iş o kadar ileriye gitti ki artık soru sorduğumuz yapay zekâ botu, sorduğumuz sorunun detaylı açıklamasını yaparak cevabını çeşitli tezlerle destekliyor. Bu da yetmiyor, yazılımcılara kod sistemleri öneriyor ve yazılım süreçlerinde, yazılımcıların kopya çekmesine olanak sağlıyor.
Tabii tüm bunlar olup biterken insanlığın en temel korkusu/arzusu -adına ne diyeceksek- canlanıyor ve hemen o soru akla geliyor: Yapay zekâ robotlar insanların yerini alarak insanların işsiz, hayatsız ve değersiz bir şekilde bir köşeye atılmasına sebep mi olacak? Bununla yetinmeyip gelecekte robotların insana dönüştüğünü mü göreceğiz?
Bugün bu korkular ve sorular somut yeni gelişmelerden hareketle soruluyor olsa da aslında geçmişten bugüne korku hiç değişmiyor. Teknoloji bu kadar gözümüzün önünde ilerlerken aslında kimse meselenin nasıllığıyla değil daha çok ne olacağıyla ilgileniyor. Robotlar, yapay zekâlar, sayborglar yani her ileri teknoloji ürün bize yeni sorular sordurmak yerine var olan kaygıları artırma yolunda etki ediyor. Özellikle yaşadığımız iklim değişikliği ve küresel salgınlarla birlikte insanlığın dünyadaki durumunun ne olacağı sorusuna, insansı yapay zekâların gelişeceği ve yaşamın, insanlarla insansı robotlar arasında ortak bir şekilde ilerleyeceği cevabı genel kabul görüyor.
Ünlü Amerikalı yönetmen Steven Spielberg’in yönetmenliğini üstlendiği, yapımcı-yönetmen Stanley Kubrick’in 1970’lerden öleceği 2000 yılına kadar çekme hayali kurduğu Yapay Zekâ filmi; dünyada yaşanan iklim felaketi sonrası insanlığın sorunlarına çözüm bulmak için gelişen insansı robot sistemlerinin bir ürünü ve öz bilince sahip robot bir çocuk olan David’in, bir aileyi benimsemesi ve ailenin hasta çocuğunun zaman içinde iyileşmesiyle ailenin gerçek çocuğu olma arzusu etrafında yaptıklarının anlatılmasıyla bize sayborgların varlığı üzerine soru sorma ve anlama imkânı sunmaktadır. Günümüzden yirmi bir yıl önce, Kubrick’in ilk hayalinin filizlendiği 1970 yılını da hesaba kattığımızda, elli iki yıllık bir hayalin bugün hâlâ aynı dirilikte olması, günümüzün teknolojik gelişiminin kurgusal yapının önüne geçip artık gerçekleşiyor olmasına rağmen durumların/olguların/tartışmaların değişmemesi bu film üzerinden insansı robotlar konusunu ele almayı daha da kıymetli kılmaktadır.
Günümüzde özellikle, transhümanizm felsefesinin gündeme getirdiği ve teknolojik ilerleme sayesinde insan ömrünün uzayıp hatta yüzlerce yıl sonra insanların tekrar hayata döndürülebileceğine, anıların veri depolarında saklanıp yeniden canlandırılacağına, hatta teknolojik tekilliğe erişilip yapay zekâların insanın önüne geçerek yaşamı ve insana dair bilinenleri dönüştüreceğine dair tartışmalar güç kazanmaktadır. Burada Spielberg’in filmini temel alarak ve bu konuda birkaç soru sorarak hem mevcut korkulara cevap aramak hem de kurulan hayalin gerçekliğini sınamak mümkün gözüküyor.
Filmde David isimli öz bilince sahip robotumuz kendi varlığının, amacının, kendisinin ne için kullanacağının bilincinde olan buna yönelik beklentiler geliştiren bir robottur. Burada en temel soru şudur: İnsan kendilik bilincini ne zaman kazanır ve bu kazanım, bir şekilde gerek kodlar gerek tıbbi süreçlerle bir başka nesneye/insana aktarılabilir mi? Daha doğrusu bilinç nasıl oluşur? Henüz buna net, somut bir cevap verilememiştir. Hâl böyle olunca bir robotun, özellikle kodlarla inşa edilen ve insanlığın ürettiği veri etrafında gelişen, öğrenen -ki bu öğrenme insanın öğrenmesiyle aynı şeyi ifade etmez- bir makinenin insan gibi kendi bilincini oluşturması ne kadar mümkündür? Bu, cevaplanması gereken önemli bir sorudur.
Filmde öne çıkan ve önem kazanan bir diğer nokta ise David’in anne karakter olan Monica’nın sevgisini arzulaması, onun tarafından sevilmeyi istemesi ve ilerleyen süreçte ailenin hasta çocuğu olan Martin’in iyileşmesiyle birlikte, ailenin gerçek evladı olan Martin’i kıskanması, Martin kadar sevilmek istemesi ve ailenin ikinci evladı olarak görülme arzusuna sahip olması durumudur. Yine aslında burada bir ait olma isteği, fark edilme ve sevilmeyi hissetme arzusu karşımıza çıkar.
Bebekler üzerinde yapılan çalışmalarda sarılmanın bebeklerin hem bağışıklığına hem de gelişim süreçlerine olumlu etkisi olduğu görülmüştür. Bunu sağlayan şey insanın sinir taşıyıcıları yani nörotransmitter’lerdir. Bunun bir başka şeye aktarımının mümkünlüğünün ayrı bir tartışma konusu olması şöyle dursun, duyguların neden ve ne şekilde ortaya çıktığına dair de bir cevaba sahip değiliz. Neden birilerini severken birilerinden nefret ederiz ya da neden birilerinin de bizi sevmesini isteriz? Duygular nasıl oluşur, sürer ve bu durumun bir makineye aktarımı nasıl mümkün olur? Önce bunlara bir cevap bulmamız gerekmektedir.