Hepimizin başına gelmiştir. Hava birdenbire kararır, dünyanın rengi solar, aşılmaz bir sessizlik duvarı çevremizi kuşatır. Maziyi ayakta tutan o tel mi kopmuştur, kalbimizde özenle kuruttuğumuz yaprak mı çatırdamıştır, uzaklarda bizim için dua eden kelebek suya mı düşmüştür, ayırt edemeyiz. Bir sızı, bir kimsesizlik hissi gelip göğsümüze oturur. Aslında biliriz, hiçbir şey dışarıdan gelip kalbimize acı veremez, içimizde o dışsal etkiyi bekleyen iş birlikçi yaralar olmadıkça… Beklenti, iş birlikçi bir yaradır. Hayal kırıklığı onun sayesinde kalbin kapısını açıp içeri girer.
Yaralar, insanın kendisiyle yüzleşmesinin sonucudur ve kadim korkularımızı, takıntılarımızı, zaaflarımızı düşünecek olursak onların hikâyesi bizden eskiye dayanır. Şair Joe Bousquet, bize bunu fısıldar: “Yaralarım benden önce de vardı. Ben onları bedenimde taşımak için dünyaya gelmişim.” Bütün kitaplarda aynı şey yazar: Sırtımızda büyük sürgünün yükü. Cennetten dünyaya sürgün edilişimiz en büyük hikâye en büyük yara. Bu yaradan payımıza düşeni alırız. Her ne sebepten olursa olsun dünyada yeni hasarlar aldığımızda kalbimizde beliren çatlaklar uç uca dizilir ve o en derin yaraya eklemlenir. Nefes alıp verdikçe içimizdeki acılı harita damar damar genişler, yeni topraklar kazanır.
Her canlıda kendini tekrar eden bir yazgıdır bu: Korkular, acılar, yâd edişler bizi yuvamıza iter. İçimizde genişleyip duran kadim ülkeye. Kapılar çekilir, pencereler örtülür. Başka zaman olsa o haritanın üzerinde kuş cıvıltıları, vadiler dolusu çiçek, bütün dünyaya yetecek güneş bulabiliriz. Lakin şimdi orada dipsiz bir kuyudan, ansızın semiren kimsesizlikten, boyunun ölçüsünü alan hevesten başka şey yoktur. Diğer insanların gülüp oynadığı, sevinçle gündelik telaşların peşinden koştuğu sırada kendimize saplanıp kalmışızdır. Dışarı çıkmak zulüm, içerde kalmak ölüm. Herkesin ülkesinden Yunusça bir feryat yükselir: “Ya ben öleyim mi söylemeyince?”
Aynaya Dilin İçinden Bakmak
Dil, sırrı hâlâ çözülememiş bir mucize. Yüce Allah, “renklerimizin ve dillerimizin farklılığını” ayetlerinden sayar. İnsanla dil arasında doğduğu andan itibaren başlayan kesintisiz alışveriş, bilincin karanlık odalarında bir dizi karmaşık bilişsel süreci de içine alarak kimliğimizi inşa eden kuluçkayı oluşturur. Dil sayesinde varlık kazanırız. Kendimizden dışarı doğru attığımız ilk adım dille gerçekleşir. Varlığımızı, öğrendiğimiz kelimeler ve onlara karşılık gelen anlamlar sayesinde dönüp seyrederiz. Acılarımızı, sevinçlerimizi, hayal kırıklıklarımızı, korkularımızı, özlemlerimizi ve o kadim yaramızı dilin içinden, dille birlikte ve dilin izin verdiği ölçüde duyumsarız.
Aynanın ne zaman keşfedildiğini bilmiyoruz ama insanın kendini ilkin, konuştuğu dilin içinden bakarak gördüğünü söylemek zor değil.
İnsan aynaya baktığında yüzünü ve o yüze ifade kazandıran hayat hikâyesini görür. Ama o küçük, bireysel hikâyede âlemin hikâyesinden izler vardır. İsmet Özel, Türkçeyi aydınlatan dizelerinde bu perdeyi aralar: “Her şey ben yaşarken oldu, / bunu bilsin insanlar / ben yaşarken koptu tufan / ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kâinat / her şeyi gördüm içim rahat / gök yarıldı, çamura can verildi”
Sıradan insan yoktur. Alelade hikâye yoktur. Her doğan bebek için yeni baştan bir aydınlık kuşanır gökyüzü. Karanlık, yepyeni bir pelerin çeker omuzlarına. Kırlarda, patikalarda, kentlerde, merdivenlerde, düşe kalka o en büyük hikâyeyi tekrar ederiz. Yeniden sınanır, yeniden kaybeder, yeniden Rabbimize sığınırız. Fânilik bizi mütemadiyen toprakla yüzleştirir. Başımızı yerden kaldırdığımızda, topraktan kaldırdığımızda, bilimsel verilerin ya da biyolojik düğümlerin cenderesinden kaldırdığımızda ileriye doğru bakarız. İleride bizsiz bir dünya hüzünle tütmektedir. Zaten ölüm binlerce yıldır aynı şeyi yapmakta, geceleyin ansızın ortaya çıkan kaplan gibi ateşin başında oturanları birer birer yutmaktadır. Kaplanın gelmediği gece sesi gelir, sesinin gelmediği gece nefesi gelir. İnsanız ve olup bitenler karşısında bir manaya, bir kurguya tutunmak isteriz.
Hayatımızda pek çok kez sendelemiş pek çok kez uçurum görmüşüzdür. Ama eğri oturup doğru konuşalım. Ölüm, içimizdeki en derin kuyudur. Ağzı daima açıktır. Orada durur ve bizi bir söze sığınmaya mecbur bırakır. Bütün kurtuluşlar dille gelir. Yeryüzündeki onulmaz sürgünümüz dille teselli edilir. Tanrı insana dille yol gösterir. İnsan insana dille yaklaşır. Dil tek başına çıplaktır. Seslerden, kelimelerden oluşur. Onu anlamlı bir yapıya hikâyeler dönüştürür. Dilin ilk hedefi insanın dünyadaki varlığını anlamlı hâle getirmektir ki bu aşamada kaçınılmaz olarak hikâyenin kapısını çalar.
Gönülleri Fetheden Kıssalar
Elimizdeki en eski hikâye taşıyıcısı olan mitler, hangi canavardan hangi dağdan hangi gök cisminden bahsederse bahsetsin aslında insanı anlatır. Evrenin düzenli, dingin bir hâl alabilmesi için hikâyelere ihtiyaç vardır. Önce fırtınalar, depremler, korkunç savaşlar, dev yaratıklar, şeytanlar, büyücüler tarafından dünyanın altının üstüne getirilmesi gerekir. Sonra mitler, heybelerinde cevaplarla çıkagelirler. Cevaplar, kutsallıkları ölçüsünde ikna edicidir. Mircae Eliade, mitin temelde kutsal bir öykü anlattığını söyler. Her mit aslında bir yaratılış öyküsüdür. Dünyayı kuran ve bugünkü hâline getiren de kutsalın bu akımıdır. Mitleri bilmek, nesnelerin ardındaki sırrı öğrenmektir. Sadece bu kadar da değil. Nesneler ortadan kaybolduklarında, onları nerede bulup nasıl ortaya çıkaracağımızı da mitlerden öğreniriz.
Dağınıklığı, huzursuzluğu giderip güven duygusunu egemen kılan mitler, bunu hikâyelerle yapar. Onlar yeryüzünün en esnek anlatılarıdır; zamana, mekâna, topluma, tarihe, tarihî kırılmalara uyum gösterirler. Toplum değişir, coğrafya değişir, çağ değişir, hatta inançlar değişir ama hikâye kalır. Söz gelimi Dede Korkut Hikâyeleri, barındırdığı Şaman unsurlardan da anlaşılacağı üzere pagan dönemde ortaya çıkmış bir anlatıyken Türklerin Müslüman olmasıyla eser, Orhan Şaik Gökyay’ın deyimiyle âdeta Müslüman ermişin kitabına dönüşür. Ama hikâyenin iskeleti, omurgası, mesajı değişmez. Hikâye ayakta durmaya, akmaya, içinden geçtiği vadilerin rengini, tadını, dokusunu almaya devam eder.
Kutsal, hayata daima hikâyelerle nüfuz eder. İnsanı benliğinin dışına çıkarmak için kıssaları kullanır. Kutsal kitaplarda normatif buyruklar yasaları tanzim eder. Gönülleri fethedense kıssalardır. İyilik veya kötülük, kıssalarla misallendirilir. Mümin, kendini kıssaların içinden seyreder, ölçer, tartar, şekillendirir. Kıssalar, menkıbeler, mesneviler erdemi ete kemiğe büründürür, ahlakı inşa eder. Toplumlar hikâyelerle ayakta durur. Hikâyeleri çekip aldığımızda omurga çöker, iskelet yere yığılır.
Bellek: Açık Word Dosyası
Büyük hikâyelerin içinden geliriz; imparatorluk çocuğu kadar vakuruz. Kendi hikâyemizi ararız; bir o kadar da çaresiz. Âdemoğlu dünyanın tükenişine kafiye düşen hikâyesini; anlatarak, paylaşarak, görünür kılarak anlamlı hâle getirmeye çalışır. Dille kurar, dille yıkar, dille kuşatır, dille yaşatır. Mağara duvarlarından taş tabletlere, parşömenlerden kâğıda uzanan o upuzun yolculukta geride bıraktığı bütün izler bize bunu söyler. İnsan anlattıkça varlık kazanır, varlık kazandıkça başka hikâyelerle temas kurma cesareti elde eder. Başka hikâyelerle kendini kışkırtır, yorar, sağaltır. Hikâyelerimiz şahsi mitlerimizdir. Anlatarak onları kamulaştırırız. İnsan için ölümsüzlük imkânsızdır ama hikâyeler için ölümü geciktirmenin bir yolu vardır. Olabildiğince derin izler bırakmak. Temaslar iz bırakır. İzlerden kaçamayız. Varlığımız da başkaları için kaçınılmaz izlere dönüşür. Yaşamak bunu gerektirir.
Pişmanlıklarımızı telafi etmek için anlatırız. Anlatırken kendimize ikinci bir şans veririz. Diğer insanlarla aramızdaki farkı hikâyelerin içinden daha açık görürüz. Biricikliğimiz hikâyelerle ışıldar. Bin yıllardır aynı şeyleri yaşadığımız hâlde dur durak bilmeden anlatmamızın başkaca ne anlamı olabilir? Bazen cevap bulabilmek için bazen de soruları unutmamak için anlatırız. Yaşadıklarımızı, neden düştüğümüzü, nasıl kalktığımızı okunaklı hâlde karşımızda görebilmek sadece anlatmakla mümkündür. Anlatırız çünkü düştüğümüz yerde başkaları da düşmesin isteriz. Anlatırız çünkü yaşarken kaybettiğimiz umudu, anlatırken bulabileceğimize inanırız. Binbir Gece Masalları’nda değiliz ama Şehrazat hepimizin annesi sayılır. Ölmemek için anlatırız. Bir sonraki güne uyanabilmek, güneşi görebilmek için.
Anlatırken örer, örerken kurar, kurarken seyreltiriz. Seyreltiriz evet. En çarpıcı hikâye anlatıcısı hafızadır. Hafıza, geçmişi seyrelterek örüntüler. Kişileri, sesleri, resimleri, sözleri, edaları, duyguları kolay kolay başkasının anlamayacağı biçimde şifreler. Geçmişe dair kodlamalar, rüyalar kadar irrasyoneldir. Bellek, önümüzde sürekli açık duran bir Word dosyası gibi maziyi restore edip durur. Bu restorasyon nihayetsiz bir yıkım, eksiltme, ilintileme faaliyetidir. Hafıza bunun için insanın dostudur. Sadakatsizliği sayesinde dostluk payesi kazanan ikinci bir örnek de bulamayız doğrusu. Geçmişteki bir anıya takılıp kalmak ya da geçmişi bütünüyle hatırlamak düpedüz hastalıktır. Unutmak da öyle. Sağlıklı bellek, geçmişi ihtiyaca göre tanzim eder.
Hikâye anlatırken belleğin bu refleksini taklit ederiz.
Anlam Olmadan Olmaz
Okulda geçirdiği günü annesine anlatan çocuk için de biyoloji kürsüsünde metabolizmanın işleyişini anlatan profesör için de kurgu kaçınılmazdır. Sadece dedikoducular değil ozanlar, vakanüvisler, bilim insanları da kurguya muhtaçtır. Kurgu olan yerde nesnellik biter, öznellik başlar. Zaten insan alabildiğine öznel tercihlerin çocuğudur. Sevdiğimiz kişilerin sevilesi hasletlerini, nefret ettiğimiz kişilerin nefret uyandıran hasletlerini gözümüzde büyütürüz. Çünkü kurgu başlamıştır. Bazen hiç sevmediğimiz bir rengi, bir sesi, bir tavrı sevdiğimiz insanda görürüz ve yargılarımız sessiz sedasız değişime uğrar. Çünkü kurgu işlemeye devam etmektedir. Tarihi, bireysel maceralarımız ya da siyasal tercihlerimiz doğrultusunda anlamaya yatkınız. Çünkü kurgu hep vardır.
Kurgu bir uzlaşı teşebbüsüdür. Birey de tıpkı uluslar gibi kendini tarihin hangarından derleyip toplar. Uyumlu parçaları birleştirip “anlamlı” bir hikâye elde eder. Jung’un dediği gibi: “Anlam birçok şeyi -belki de her şeyi- dayanılır hâle getirir.” Uykudan hemen önce günü bütünüyle hatırlamak istediğimizde -ki bu neredeyse imkânsızdır- uzlaşı başlar. Gün boyu üzerimize yağan oklardan manalı bir resim yaparız. Ele avuca gelen, zamanın kapıp kaçamayacağı, dalgaların silemeyeceği bir resim. Hayatın doğal hâlinden yani o karmakarışık hangardan bir zemin, bir merkez düşünce olmaksızın işe yarar bir hikâye çıkaramayız. Ahenk, kaosu da içine alan bir anlatıdır. Bunu doğar doğmaz öğreniriz: Kimse bizi sonsuza kadar dinlemez. Hülasa etmek, hülasa ederken kurgulamak anlatının olmazsa olmazıdır. Anlam, gereksiz parçalar ayıklandıkça parıldar. Bir yontucunun, taştaki heykeli ortaya çıkarmak için yaptığını, anlatıcı hayata uyarlar. Hepimiz anlamın köleleriyiz. Anlama muhtacız. Anlamsız yapamayız. Çünkü o bizi biz yapar. Dahası, bizi biz yapan hikâyeleri ayakta tutar.