İnsan Neden Hikâye Anlatır?

Ya Ben Öleyim mi Söylemeyince?

Hepimizin başına gelmiştir. Hava birdenbire kararır, dünyanın rengi solar, aşılmaz bir sessizlik duvarı çevremizi kuşatır. Maziyi ayakta tutan o tel mi kopmuştur, kalbimizde özenle kuruttuğumuz yaprak mı çatırdamıştır, uzaklarda bizim için dua eden kelebek suya mı düşmüştür, ayırt edemeyiz. Bir sızı, bir kimsesizlik hissi gelip göğsümüze oturur. Aslında biliriz, hiçbir şey dışarıdan gelip kalbimize acı veremez, içimizde o dışsal etkiyi bekleyen iş birlikçi yaralar olmadıkça… Beklenti, iş birlikçi bir yaradır. Hayal kırıklığı onun sayesinde kalbin kapısını açıp içeri girer.

Yaralar, insanın kendisiyle yüzleşmesinin sonucudur ve kadim korkularımızı, takıntılarımızı, zaaflarımızı düşünecek olursak onların hikâyesi bizden eskiye dayanır. Şair Joe Bousquet, bize bunu fısıldar: “Yaralarım benden önce de vardı. Ben onları bedenimde taşımak için dünyaya gelmişim.” Bütün kitaplarda aynı şey yazar: Sırtımızda büyük sürgünün yükü. Cennetten dünyaya sürgün edilişimiz en büyük hikâye en büyük yara. Bu yaradan payımıza düşeni alırız. Her ne sebepten olursa olsun dünyada yeni hasarlar aldığımızda kalbimizde beliren çatlaklar uç uca dizilir ve o en derin yaraya eklemlenir. Nefes alıp verdikçe içimizdeki acılı harita damar damar genişler, yeni topraklar kazanır.

Her canlıda kendini tekrar eden bir yazgıdır bu: Korkular, acılar, yâd edişler bizi yuvamıza iter. İçimizde genişleyip duran kadim ülkeye. Kapılar çekilir, pencereler örtülür. Başka zaman olsa o haritanın üzerinde kuş cıvıltıları, vadiler dolusu çiçek, bütün dünyaya yetecek güneş bulabiliriz. Lakin şimdi orada dipsiz bir kuyudan, ansızın semiren kimsesizlikten, boyunun ölçüsünü alan hevesten başka şey yoktur. Diğer insanların gülüp oynadığı, sevinçle gündelik telaşların peşinden koştuğu sırada kendimize saplanıp kalmışızdır. Dışarı çıkmak zulüm, içerde kalmak ölüm. Herkesin ülkesinden Yunusça bir feryat yükselir: “Ya ben öleyim mi söylemeyince?”

Aynaya Dilin İçinden Bakmak

Dil, sırrı hâlâ çözülememiş bir mucize. Yüce Allah, “renklerimizin ve dillerimizin farklılığını” ayetlerinden sayar. İnsanla dil arasında doğduğu andan itibaren başlayan kesintisiz alışveriş, bilincin karanlık odalarında bir dizi karmaşık bilişsel süreci de içine alarak kimliğimizi inşa eden kuluçkayı oluşturur. Dil sayesinde varlık kazanırız. Kendimizden dışarı doğru attığımız ilk adım dille gerçekleşir. Varlığımızı, öğrendiğimiz kelimeler ve onlara karşılık gelen anlamlar sayesinde dönüp seyrederiz. Acılarımızı, sevinçlerimizi, hayal kırıklıklarımızı, korkularımızı, özlemlerimizi ve o kadim yaramızı dilin içinden, dille birlikte ve dilin izin verdiği ölçüde duyumsarız.

Aynanın ne zaman keşfedildiğini bilmiyoruz ama insanın kendini ilkin, konuştuğu dilin içinden bakarak gördüğünü söylemek zor değil.

İnsan aynaya baktığında yüzünü ve o yüze ifade kazandıran hayat hikâyesini görür. Ama o küçük, bireysel hikâyede âlemin hikâyesinden izler vardır. İsmet Özel, Türkçeyi aydınlatan dizelerinde bu perdeyi aralar: “Her şey ben yaşarken oldu, / bunu bilsin insanlar / ben yaşarken koptu tufan / ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kâinat / her şeyi gördüm içim rahat / gök yarıldı, çamura can verildi”

Sıradan insan yoktur. Alelade hikâye yoktur. Her doğan bebek için yeni baştan bir aydınlık kuşanır gökyüzü. Karanlık, yepyeni bir pelerin çeker omuzlarına. Kırlarda, patikalarda, kentlerde, merdivenlerde, düşe kalka o en büyük hikâyeyi tekrar ederiz. Yeniden sınanır, yeniden kaybeder, yeniden Rabbimize sığınırız. Fânilik bizi mütemadiyen toprakla yüzleştirir. Başımızı yerden kaldırdığımızda, topraktan kaldırdığımızda, bilimsel verilerin ya da biyolojik düğümlerin cenderesinden kaldırdığımızda ileriye doğru bakarız. İleride bizsiz bir dünya hüzünle tütmektedir. Zaten ölüm binlerce yıldır aynı şeyi yapmakta, geceleyin ansızın ortaya çıkan kaplan gibi ateşin başında oturanları birer birer yutmaktadır. Kaplanın gelmediği gece sesi gelir, sesinin gelmediği gece nefesi gelir. İnsanız ve olup bitenler karşısında bir manaya, bir kurguya tutunmak isteriz.

Hayatımızda pek çok kez sendelemiş pek çok kez uçurum görmüşüzdür. Ama eğri oturup doğru konuşalım. Ölüm, içimizdeki en derin kuyudur. Ağzı daima açıktır. Orada durur ve bizi bir söze sığınmaya mecbur bırakır. Bütün kurtuluşlar dille gelir. Yeryüzündeki onulmaz sürgünümüz dille teselli edilir. Tanrı insana dille yol gösterir. İnsan insana dille yaklaşır. Dil tek başına çıplaktır. Seslerden, kelimelerden oluşur. Onu anlamlı bir yapıya hikâyeler dönüştürür. Dilin ilk hedefi insanın dünyadaki varlığını anlamlı hâle getirmektir ki bu aşamada kaçınılmaz olarak hikâyenin kapısını çalar.

Gönülleri Fetheden Kıssalar