Rengin Ölümü

Bir renk gecenin kenarında

Ölmüş tek kelime etmeden

Sohrab Sepehri

Bir şeyler oluyor, bir şeyler. Ağır. Sessiz. Gürültüsüz. Kimseler fark etmeden. Derin bir uykuda tohum. Varlık, bir çekirdeğin çatırdayıp açılması kabuğundan; gürültüsüz, sakin ve ağır. Susuyorlar. Susmayı öğrenebilmiş her şey kadimdir. Rüzgârın, yüzünü yavaş yavaş törpülediği o taş. Toprağın göğsünü damla damla kabartan yağmur. Kartalların kıyısına yuva kurduğu o dipsiz uçurum, o uğultulu orman, o kaynayan deniz, o savrulan çöl ve çölün üstünde lacivert bir örtü gibi genişleyen o gökyüzü. Avuçlarımızın içinde karmaşıklaşan çizgiler ve yüzümüzde uzayan yollar. Bir mağaranın kovuğuna gizlenip yapayalnız ağlamak; avunduğumuz, hiç eskimeyen o kadim dil. Daima bitirmek ve başlamak daima yeniden; bir çemberin yolun sonunda birbiriyle buluşan iki ucu gibi kendini tamamlamaya doğru. Yeryüzünde devinen diğer her şey gibi sakin, ağır ve gürültüsüz.

Kâinat satır aralarındadır, der birisi, öyledir. Gücümüz var mı onunla konuşmaya? Bize kalbimizin yerini hatırlatan o gürültüsüz, sessiz ve ağır işleyişe; başlamanın ve bitmenin birbirini tamamlamaya doğru kıvrılan çemberinin bir çark gibi işleyen o ağır ama gürültüsüz sesini dinlemeye, o en kadim sese kulak vermeye, cesaretimiz var mı? Benim var. Öyleyse artık bunu yeni bir başlangıç sayabilirim. Şimdi buradan, yeniden başlayabilirim. Size, bitişin ve başlangıcın o gürültüsüz mucizevi döngüsünü fark edebilmenin insanın gözlerini dünyaya daima hayretle bakmaya yönelten bilgeliğinden; keşfetmenin ve arayışın şeffaflaştırdığı bakışların arılığından, saydamlığından bahsedebilirim. Size, görmenin, bakışın ötesinde bir şey aramak olduğundan, görüneni değil gizliyi görmenin sırrından bahseden, “yağmura gitmeli, gözleri yıkamalı, dünyayı başka görmeli” diyerek her şeyin perdelerinden arınmış özüne yaklaşmayı düşleyen, başlangıcın şairinden şimdi bahsedebilirim. Suyun, toprağın, rüzgârın ve rengin şairinden: Sohrab Sepehri’den.

Kaşanlıdır Sohrab. Doğup büyüdüğü ev, orada ölmek istiyorum, dediği Kaşan çölüne komşudur. Çöl, gündüzleri uçsuz bucaksız kumun, geceleri ise lacivert, yıldızlı göğünün görkemli sessizliğiyle bütün rüyalarında ve düşlerinde yer bulur onun. Babası ve amcalarıyla çöle doğru çıktıkları av yolculuklarında, çölün göğsünde kızıl bir gül gibi şeffaflaşan gün doğumlarında ve gün batımlarında, aslında çocukluğundan itibaren kendi münzevi yalnızlığına doğru yürümeye başlar. Zihnini berraklaştıran, bakışlarını derinleştiren, basit bir görüden ziyade iyileştirici bir yönü olan temaşayı keşfettiği o münzevi yalnızlığına.

Bir şiirine “Andolsun Temaşa’ya!” diye başlar Sohrab. Ne büyük heyecan duyar temaşa için! Onun için temaşa varlığın üzerindeki perdeleri kaldıran, görünenin ardındakini denetleyen o arı bilince ulaşmak. Akan suda elini, yüzünü yıkamak, rüzgârda savrulmak. Çıplak ayaklarla sokağa, yağan ilkbahar yağmuruna koşmak, gömleğini sıyırıp yağmura sırtını açmak. Bir gün bile olsa güneşin doğuşunu ve batışını kaçırdığında kendini günahkâr saymak. Seyrine dalmanın insanı Allah’a yaklaştıracağına inandığı ağaçlara tırmanmak, gövdesine dokunmak ve gölgesinde soluklanmak. Tanenin seferini görmek çiçeğe, bahçeyi görmek ağacın hafızasında, bir meyvenin olgunlaşma ıstırabını, uçma zevkinin kanatlarda yoğunlaşmasını, kanın damardaki ayak sesini, aşkın deri değiştirme sesini saf ve müphem ve cuma gecesinin kalp atışını duymak. Kapamak kitapları, kalkmak, yürümek, çiçeğe bakmak. Yokluk toprağının kokusuna, ağaçla Tanrı’nın buluştuğu yere gitmek, kendinden geçiş ile keşif ortasındaki o yere gitmek ve oturmak: Çünkü “Allah burada, yakındadır / Şebboylar arasında, ulu çamın altında / Suyun bilincinde, bitkilerin kanununda.”