Bir şeyler oluyor, bir şeyler. Ağır. Sessiz. Gürültüsüz. Kimseler fark etmeden. Derin bir uykuda tohum. Varlık, bir çekirdeğin çatırdayıp açılması kabuğundan; gürültüsüz, sakin ve ağır. Susuyorlar. Susmayı öğrenebilmiş her şey kadimdir. Rüzgârın, yüzünü yavaş yavaş törpülediği o taş. Toprağın göğsünü damla damla kabartan yağmur. Kartalların kıyısına yuva kurduğu o dipsiz uçurum, o uğultulu orman, o kaynayan deniz, o savrulan çöl ve çölün üstünde lacivert bir örtü gibi genişleyen o gökyüzü. Avuçlarımızın içinde karmaşıklaşan çizgiler ve yüzümüzde uzayan yollar. Bir mağaranın kovuğuna gizlenip yapayalnız ağlamak; avunduğumuz, hiç eskimeyen o kadim dil. Daima bitirmek ve başlamak daima yeniden; bir çemberin yolun sonunda birbiriyle buluşan iki ucu gibi kendini tamamlamaya doğru. Yeryüzünde devinen diğer her şey gibi sakin, ağır ve gürültüsüz.
Kâinat satır aralarındadır, der birisi, öyledir. Gücümüz var mı onunla konuşmaya? Bize kalbimizin yerini hatırlatan o gürültüsüz, sessiz ve ağır işleyişe; başlamanın ve bitmenin birbirini tamamlamaya doğru kıvrılan çemberinin bir çark gibi işleyen o ağır ama gürültüsüz sesini dinlemeye, o en kadim sese kulak vermeye, cesaretimiz var mı? Benim var. Öyleyse artık bunu yeni bir başlangıç sayabilirim. Şimdi buradan, yeniden başlayabilirim. Size, bitişin ve başlangıcın o gürültüsüz mucizevi döngüsünü fark edebilmenin insanın gözlerini dünyaya daima hayretle bakmaya yönelten bilgeliğinden; keşfetmenin ve arayışın şeffaflaştırdığı bakışların arılığından, saydamlığından bahsedebilirim. Size, görmenin, bakışın ötesinde bir şey aramak olduğundan, görüneni değil gizliyi görmenin sırrından bahseden, “yağmura gitmeli, gözleri yıkamalı, dünyayı başka görmeli” diyerek her şeyin perdelerinden arınmış özüne yaklaşmayı düşleyen, başlangıcın şairinden şimdi bahsedebilirim. Suyun, toprağın, rüzgârın ve rengin şairinden: Sohrab Sepehri’den.
Kaşanlıdır Sohrab. Doğup büyüdüğü ev, orada ölmek istiyorum, dediği Kaşan çölüne komşudur. Çöl, gündüzleri uçsuz bucaksız kumun, geceleri ise lacivert, yıldızlı göğünün görkemli sessizliğiyle bütün rüyalarında ve düşlerinde yer bulur onun. Babası ve amcalarıyla çöle doğru çıktıkları av yolculuklarında, çölün göğsünde kızıl bir gül gibi şeffaflaşan gün doğumlarında ve gün batımlarında, aslında çocukluğundan itibaren kendi münzevi yalnızlığına doğru yürümeye başlar. Zihnini berraklaştıran, bakışlarını derinleştiren, basit bir görüden ziyade iyileştirici bir yönü olan temaşayı keşfettiği o münzevi yalnızlığına.
Bir şiirine “Andolsun Temaşa’ya!” diye başlar Sohrab. Ne büyük heyecan duyar temaşa için! Onun için temaşa varlığın üzerindeki perdeleri kaldıran, görünenin ardındakini denetleyen o arı bilince ulaşmak. Akan suda elini, yüzünü yıkamak, rüzgârda savrulmak. Çıplak ayaklarla sokağa, yağan ilkbahar yağmuruna koşmak, gömleğini sıyırıp yağmura sırtını açmak. Bir gün bile olsa güneşin doğuşunu ve batışını kaçırdığında kendini günahkâr saymak. Seyrine dalmanın insanı Allah’a yaklaştıracağına inandığı ağaçlara tırmanmak, gövdesine dokunmak ve gölgesinde soluklanmak. Tanenin seferini görmek çiçeğe, bahçeyi görmek ağacın hafızasında, bir meyvenin olgunlaşma ıstırabını, uçma zevkinin kanatlarda yoğunlaşmasını, kanın damardaki ayak sesini, aşkın deri değiştirme sesini saf ve müphem ve cuma gecesinin kalp atışını duymak. Kapamak kitapları, kalkmak, yürümek, çiçeğe bakmak. Yokluk toprağının kokusuna, ağaçla Tanrı’nın buluştuğu yere gitmek, kendinden geçiş ile keşif ortasındaki o yere gitmek ve oturmak: Çünkü “Allah burada, yakındadır / Şebboylar arasında, ulu çamın altında / Suyun bilincinde, bitkilerin kanununda.”
Tüm seslerin doğduğu ve battığı yer, sessizliktir, bilenler bilir. Sessizliğin içinde sesleri dinler Sohrab, doğadaki seslere kulak verir. Sabahı, geceyi, ağaçları, kuşları, çiçekleri, ovayı, çölü ve suyun ayak seslerini dinler. Sabahın erken saatlerinde kalkar, goncaların açılırken çıkardığı sesi duyabildiğini söyler ve bahçedeki gül ağaçlarını sessizce dinlemeye koyulur. Duyduğu bu sesi şiirlerinden birinde “Ölü bulduğum yerlerde kendimden bir köşeyi / Bitmişti bir nilüfer / Dökülüyordu âdeta anbean boşluğuma / Ve ben açılma sesinde onun / Ölüyordum anbean” diyerek, bir nilüfer çiçeğinin açılma sesiyle anlatır. Doğadaki sesler ve melodiler onun şiirlerine ve resimlerine birer renk olarak yansır. Sohrab, iyi bir şair olduğu kadar iyi bir ressamdır. Kelimelerle resim yapar renklerle şiir yazar, derler onun için, şüphesiz öyledir. Peki, çiçeklerin açılma sesini işitmek için gün doğumlarında yanlarında bekleyen, havuz başında oturup suya düşen kelebekleri kurtarmayı bekleyecek kadar yaşamı duyumsayan, yeryüzünü ve gürültüsüz bir döngüyle işleyen hayatı böylesine derin bir duyarlılıkla kavrayan ve temaşa eden, seslerden ve renklerden kendine bir dünya inşa eden bir şair ve ressam, neden rengi öldürmek ister ya da “rengin ölümü”ne şiir yazar? Neden gündüzü, aydınlığı ve hayatı simgeleyen rengin yanına renkleri solduran gecenin karanlığını ve ölümü koyar? “Karanlık basıyor. / Çöl sakinleşiyor. / Günün renkli öyküsü / Tamamlanmaya yüz tutuyor / Karanlık var, lamba ölmüş” derken neden gündüzün renkli öyküsünün geceye yenik düştüğünden bahseder? Hayatın renkleri gecenin karanlığı karşısında neden yenilgiye uğramıştır?
Gece karanlığıyla bastırdığında gündüzün renklerinin yaşadığı şey artık bir yenilgidir. Bu renk yenilgisinde, her ahengin zinciri dağılmıştır artık. Karanlıkta renge yer yoktur ya da karanlık renkleri yutmuştur. Karanlığın sessizliği, biraz da hayatın ölümünün sessizliğidir, usul usul batan bir günle renklerini yitirmiş dünyanın sessizliğidir. Onun “rengin ölümü”yle imgeleştirdiği şey aslında gittikçe her şeyi etkisi altına alan; dilleri, kültürleri, insanları tek tipleştiren, hayatları yavaş yavaş yutan ve aynı kapta öğüten modern ve sonrası çağın karanlığıdır. Sohrab için modern ve sonrasının imgesi, gölge ve aydınlığın birbirine geçtiği karanlık bir gece; gurubun rengine gamın karıştığı ama bir sesin ötekine karışmadığı, kimsenin kimseyi yakından görmediği yalnızlığın en ince çinisidir. Bu suskun bir çağdır, bu çağın yüzü betonun yüzüdür, bu asır çeliğin miraç asrıdır, bu çağın toprağı kara palangaların otlağıdır, bu çağ madenlerin sürtünüş gecesidir. Çünkü bakmaz hiçbir göz yeryüzüne âşıkane, çıkmaz bir bahçeyi görünce cezbesine kapılan, yoktur tarlada bir kırlangıcı ciddiye alan. Bir renk gecenin kenarında tek kelime etmeden ölürken ne acı ki yoktur onun kaybının farkında olan.
“Bir şehir kadar kalabalıktır bazılarının yalnızlığı.” diyerek özetler Cahit Zarifoğlu modern hayatın içinde yiten insanın kalabalıklar arasındaki yalnızlığını. Sohrab Sepehri bunu bir adım daha ileriye götürür ve modernin gürültüsünün, kaosunun doğadan, doğayı temaşadan, “en yüce” ile bağ kurmaktan ve dahası “kendinden” kopardığı insanın yalnızlığının boyutunu şöyle vurgular: Seni senden çalmışlar, bu ne derin yalnızlık!
Şimdi ben bütün yazdıklarımdan sonra Sohrab Sepehri’nin, çekildiği temaşanın münzevi kıyısından tam da şimdiye, bize seslendiğini; modernin öğüten yozlaştırmalarına, hissizleştirmelerine, duyarsızlaştırmalarına, metropolün bakışları kirleten gri renksizliğine karşı “gözleri yıkamalı, başka bir şekilde görmeli”, “Yıkamalı sözcükleri / Sözcük rüzgâr olmalı, sözcük yağmur olmalı.” diyerek bizi uyardığını söylesem sizce aşırı yorum yapmış olur muyum?