Dijitalleşme Ormanında İnsanı Kurttan Korumak

Hepimizin bir anda tüm işini dijital dünyada görmeye başladığı, sokağı bile sanala taşıdığımız, arkadaşlarımızla yüz yüze konuşmaya hasret kaldığımız günleri yaşadık/yaşıyoruz. Sanal sınıflar, sanal toplantı odaları, sanal muhabbetler, sanal mağazalarda alışverişler… Yaşadığımız Korona pandemisi gelecekte yaşanacağı düşünülen günleri, yıllar öncesinden, zorla da olsa önümüze getirdi ve bir anda hepimiz dijital dünyanın vatandaşları olduk. Elbette bu vatandaşlık tam oturmuş değil. En azından şimdilik. Ancak içinden geçtiğimiz ve yaşayarak tecrübelerimizi daha da artıracağımız dijitalleşme ormanındaki bu zamansız gezinti bize şimdiye ve geleceğe dair birkaç soruyu sormayı gerekli kılıyor.

Dijitalleşme hikâyesi yeni bir hikâye değil. Her kuşak bir öncekine göre daha teknolojik ve dijitalleşen bir dünyada yaşıyor. Ama bizlerin tecrübeleri daha önce herhangi bir topluluğun yaşadığı tecrübelere benzemiyor. Belli istisnaları göz ardı edersek, eski zamanlara göre birçoğumuzun açlıktan, yırtıcı bir hayvan saldırısından, soğuktan, amansız hastalıklardan ölme gibi korkuları yok. Ama günümüzde pek çoğumuz sanal kimliklerimizin çalınmasından, kredi kartı bilgilerimizin kopyalanmasından, dijital ortamda zorbalığa uğramaktan, söylediğimiz bir sözün manipüle edilmesinden ve benzer birçok şeyden korkuyoruz. Tarihin herhangi bir kısmında böyle korkuları olan insanlar yoktu. Zaman ilerledikçe, teknoloji geliştikçe ve rutinlerimizin birçoğunu dijital dünyaya taşıdıkça farklı kaygılarımız ve korkularımız da olmaya devam edecek gibi görünüyor. Mesela hiçbirimizin dedesi ya da ataları, gündemi kaçırma gibi bir korkuyla hayatını yaşamıyordu ama bugün bizler, adına FOMO dedikleri, gündemde yaşananları kaçırıp, geriye düşme korkusu olarak bilinen bir korkudan muztaribiz. Ya da hiçbirimiz, çevresindeki büyüklerden cebimdeki telefonun titrediğini hissediyorum, elime bir alıyorum titrememiş, gibi bir yakınma duymamışızdır. Ancak on kişiden yedisi “hayalet titreşim sendromu” adı verilen bu durumu günlük hayatında çokça yaşıyor.

Çok değil bundan bir on yıl öncesine kadar kimse oy verme kararlarının, alacağı ürünün, sevdiklerinin ve nefret ettiklerinin bir yapay zekâ sistemi tarafından belirlenebileceğine inanmazdı. Görmediğimiz, varlığını hissetmediğimiz ama verilerimizi kullanarak bizi manipüle eden ve bizlerin nerede ne kadar zaman geçirip, hangi kelimeleri daha fazla kullanıp, hangi renkleri daha çok sevdiğimize, neler için beğen butonuna basıp neleri hızlıca geçtiğimize, nerelerden koşarak uzaklaşıp nerelere koşa koşa girmek istediğimize dair bilgileri toplayıp, yorumlayıp bize yeniden sunan bir dijital yapıyla birlikte yaşıyoruz artık. Daha önce satın aldıklarımıza benzer ürünleri tekrar tekrar bize öneren ve satın alma alışkanlıklarımızı değiştiren bir dünyada yaşadığımız gerçek. Bütün bunlarsa bizim verilerimiz sayesinde oluyor. Verilerimiz… Yani internette girdiğimiz siteler, yaptığımız yorumlar, baktıklarımız, görmezden geldiklerimiz, beğendiklerimiz, ekranda baktığımız noktalar, bastığımız tuşlar ve daha nicesi. Dijital bir ortamda yaptığımız her şeyin toplamı. Bugünün insanının, daha önceki hiçbir insanın dert etmediği, kurgularda kalan, bugünse artık gerçek olan, kendi var ettiği bir Frankenstein’ı var. Büyük verinin kullanılarak önümüze serildiği algoritmalar, tercihler, ürünler, videolar, içerikler…

Tabii bütün bu olanlar henüz şehirlerimiz akıllı şehir olmadan, dijitalleşme şehirlerin kılcal damarlarına girmeden yaşadıklarımız. Tüm şehrin makine öğrenmesi temelli çalışan yapay zekâların hâkimiyetinde, nesnelerin internetiyle evdeki tüm araç gerecin akıllı olduğu bir dünyaya gittiğimizde çok daha başka gerçeklerle, korkularla, avantajlarla ama aynı zamanda risklerle de karşılaşacağız. Bunları okumak insanları rahatsız ediyor ama bunlar tam olarak şahit olduğumuz bir dönüşüm. Okurken yaşadığımız endişeyi aslında gündelik hayatta hepsini tecrübe ederken yaşamıyoruz çünkü soğuk suya atılan, zamanla suyu kaynayan ama sudan bir türlü çıkamayan kurbağa gibiyiz. İçinde olduğumuz için su bize hep aynı sıcaklıkta geliyor.

2014 yılında Ubisoft’un yapımcılığını üstlendiği “Watch Dogs 2” oyunu yukarıda özetlediğim durumu hikâyesinin odağına alarak; akıllı şehirlerin hayatımızın merkezinde olduğu, her eve büyük teknoloji şirketi CToS’in geliştirdiği yapay zekâ sisteminin kurulduğu ve tüm şehrin sanal düzende yönetildiği gelecekte geçen bir yapı kuruyor. Her ne kadar bu akıllı şehir yapısı herkes tarafından övülse ve beğenilse de CToS şirketinin bir amacı var. O da şehirde yaşayan herkesin verilerine ulaşabilmek. Bunun için CToS’in versiyon ikiyi çıkarma amacıyla yola çıkmasını haber alan bir grup hacker bu durumu durdurmaya çalışıyor ve hikâye bunun etrafında gelişiyor. O hackerları da oyunda biz yönetiyoruz ve verdiğimiz kararlar, attığımız adımlarla şirketin büyük bir imparatorluk kurup herkesin verilerini ele geçirmesini engellemeye çalışıyoruz.